Zafer Şenocak uzaklarda yazıyor, Mustafa Türel ve Vedat Çorlu Almancadan Türkçeye çeviriyor, biz de okuyoruz. 1961'de Ankara'da doğmuş Şenocak, 1970'te Almanya'ya göçmüş, sonrasında felsefe, edebiyat eğitimi, ABD üniversitelerinde misafir öğretim görevliliği, şiirler, öyküler, ödüller gelmiş. YKY'den çıkan şiirlerinin yanında Kabalcı'nın bastığı düzyazıları var, bir de Alef'ten çıkan bir metni var bende ama gözüme çarpması dışında bir bilgim yok açıkçası. Yurt dışında yaşayıp başka dillerde yazan Türk yazarları merak ettim biraz, Özdamar'la birlikte Şenocak'ı en öne aldım. Bu okuduğum ilk metni, öykülerden mürekkep. İlk öykü Uçmak, bir dedektifin kayıp bir kızı arayışını anlatıyor, belki de Şenocak'ın en "açık" öyküsü diyeceğim. Gerek karakterlerin, gerekse anlatıcının çıkarımlarının olay örgüsüyle kurduğu bağlantılar öykülerin alametifarikası diyesim geliyor, en önemli özgünlüklerden biri. "Görünmezlik: Çoktandır çözmeyi istediğim bir bilmece. Sonra, bir de şu birkaç yerde aynı anda görünme olgusu var. Görünmezliğin bir başta türü. Aslında her görünme, görünmezliğin bir başka türüdür. Gerçekten var olan ise, kocaman bir delik olarak görünmezlik. Bu delik, şu anda, uçağın gitmekte olduğu şehrin de içinde bulunduğu delik." (s. 7) "Çocukluğun uzak yıllarına", geçmişte bir zaman yaşanmış eski bir şehre inen uçak Bernhard'ın da kara bir boşluk olarak nitelediği geçmişe/çocukluğa dönme eylemini gerçekleştiriyor. Kayıp kızın fotoğrafı elde, kızın kaçırılmış olduğu fikri akılda, Türklerle Almanlar arasındaki bilişsel farklar dilde. Biz geleceği planlayamıyoruz, onlarsa planlı bir mutsuzluğu yaşıyorlar. Bu tür çıkarımlar sık sık karşımıza çıkacak. Neyse, dini grupların eylemleri gözden geçiriliyor. Kuran kursuna giden kızların kaçırılması, devrimci-islamcı örgütlerde çeşitli biçimlerde kullanılmaları da geçiyor akıldan. Din ve cinsel organların sürekli bir ilişki içinde olduğundan bahsediliyor, "Din, cinsiyeti ya iğdiş ediyor ya da dizginlerini çözüyor." (s. 10) Sonrasında İstanbul manzaraları. Gazeteler alınıyor, haberler okunuyor, üçüncü sayfadaki cinayetler, yaralamalar gözden geçiriliyor, Sirkeci'den Karaköy'e geçiliyor, vapur. Araştırılacak üç adam var, adı Arif olan İstanbul'daki bütün cesetler hakkında bilgi sahibi, görüleceklerden biri Arif. Bunun yanında karakterin doğum yeri olan İstanbul'da şöyle bir kolaçan edilecek. Adamımız İstanbul doğumlu ama memleketini İstanbul olarak görmüyor. Memleket kavramı yok, göçmenlerin vatan kavramının olmadığını söylüyor. Arayışı boşa çıkıyor bu arada, aradığı kızı bulamıyor, İstanbul'da kendine dair hiçbir şey bulamamasıyla denk. Almanya'dan geri dönmesine dair emir geliyor, uçağa atlayınca hosteslerden biri tanıdık geliyor. Aradığı kız. Babasına mektup yazdığını, durumu anlattığını ve babasıyla dini kişi/kurum/kuruluş etkisi olmadan da bir yaşama sahip olduğunu hatırlamak için kaçırılışını kurgulayıp kaçtığını söylüyor. Gizem çözülünce anlatıcımız tüye döndüğünü, rahatladığını söylüyor. Çözülmeyen vakanın ağırlığı olmadan şehir bir anı olarak kalıyor. İyi bir öykü bu, arayışın farklı biçimlerinin birbirlerini etkileyişi üzerinden hoş bir anlatı.
Ev'den itibaren yabancı bir ülkedeki müphem mahalleler, karakterler ve tipler ortaya çıkmaya başlıyor. Anlatıcının yeni komşuları evin anlamını da değiştiriyor ister istemez, kız arkadaş Michaela'nın huzuru kaçıyor, yeni komşular tekinsiz tipler. Üç karanlık tip yüzünden anlatıcıyla Michaela arasındaki ilişki de sekteye uğruyor, korkuları büyümeye başlıyor. En sonunda komşuların eşek yetiştirip sucuk yapmak istediklerini öğreniyorlar, hayal ettikleri gibi korkunç tipler değiller, sadece kim olduğunu ve nereden geldiğini unutan anlatıcının benzerleri. Almanlaşan anlatıcı için aslında aynı topraktan geldiği insanlar yabancı olarak niteleniyor, bu da kimlik üzerine hoş bir öykü. Sahipsiz Bölgedeki Lisa'da tersi bir durum var, sahipsiz bölge denebilecek gettoda kimliklerin bir önemi yok, herkes aynı yoklukta var olmaya çalışıyor, kenar mahallelerin kendine özgü mutsuzluğu ortaya çıkıyor. Lisa'nın karşısına bir anda çıkan adam aşk istiyor ama ortadan kayboluyor birden, Lisa adamı bulamıyor ve karnındaki çocuğun büyüdüğünü hissederek yaşıyor, kenti mutsuzluğun kaynağı olarak göremiyor, kaynak kendisinden dökülen ve her yana yayılan bir su gibi çağlıyor. Altın Arayıcısı Lisa'ya geliyoruz ve anlatıcının ilk öyküdeki dedektif olduğunu anlıyoruz, aslında ikinci öykü bir devam öyküsü olarak değerlendirilmeyebilir ama bu öyküde ortaya çıkıyor ki öyle, değerlendirebiliriz. Bu da gündelik yaşamın içinde kaybolup giden insanlara dair, Lisa kentin havasını solusa da anlatıcı ve birkaç insan dışında orada olmayan biri. Fahişelik yaparken bazı erkekler tarafından görünür hale geliyor, sonrasında tekrar kayboluyor. Bir cinayet vakasını araştıran anlatıcının kısa bir Almanya tasviri geliyor finalden önce. İkiye ayrılmış olan şehir giderek büyüyor, Doğu ve Batı arasındaki sınır giderek belirsizleşiyor ama duvarın yıkılmasına daha var. Çözülecek vakanın zamana ihtiyacı olmaması gerekiyor, anlatıcı cinayeti aydınlatıyor ama başarısız olma pahasına bırakıyor işin ucunu, Lisa'ya ve kendine küçük bir kıyak, pişmanlığı uzun sürecek. İkisi arasında derin bir şeyler yaşanabilirdi ama Lisa engelliyor bunu, anlatıcıyı pek yanaştırmıyor. Acısını vermemek için belki.
Kısa olsun bu yazı, sonraki öykülerde Lisa'nın farklı zamanları ve eylemleri yer alıyor, birkaç öykü Lisa'yla anlatıcının yaşadıklarına odaklanıyor. Kentlerle, vatansızlıkla ilgili öyküler geliyor ardından, onlar da başarılı. Şenocak tasarruflu, parlak ve büyük büyük anlatmıyor, yitik insanları usul usul yaşatıyor. Sağlam öykücü, okunmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder