Yeni adres: www.kitaplardananlamayanadam.com
Sizlere sonsuz teşekkür. 
İlk bölümde "mutluluk" var. Herkes daha fazlasını hak ettiğini düşündüğü için tatminsizlikten ölmek üzereyiz. "Mutluluk gibi bayat, eski bir terim için fazla bilgili, fazla sofistike, fazla alaycı, fazla bilge, fazla post-her şeyiz." (s. 2) Mutluluğun tanımı da muğlak biraz, çizgileri belirsiz olduğu için, Arendt'e göre "erdemli eylemlerin doğaları icabı görünmez kalmaları gerektiği" de hesaba katılırsa mutluluğun dilsiz, sadece hissedilen, düşünüldüğü zaman uçup giden varlığı bizi çıkmaza sokuyor. Dünya ve benlik arasında kurulamayan anlam birlikteliği mutluluk için gereken sessizliği sağlayamamamıza neden oluyor. Asgari ölçüde insani ilişkilere gereksiniyoruz ama etrafımızda "ışıltıyla gülümseyen depresifler" var, bu insanlarla birlikte yaşamak oldukça yorucu. Karakter değiller, tip olarak yaşıyorlar ve belli bir yüzeyselliğin ötesine geç(e)miyorlar. Fromm'a göre "anonim otorite" bu şekilde ortaya çıkıyor. "Anonim otoritenin en etkin numarası, tavsiyelerini aksiyom (doğruluğu genel kabul gören önerme) kılmasıdır. Genel kabul görmüş fikirlere ve anlayışlara karşı çıkmak mümkün değildir; ancak çatlaklar böyle bir şeye kalkışabilir. Bu da bir başka aksiyomdur. Şimdiki yaşantımız, doğa yasası gereğidir." (s. 11) Çatlak olarak değerlendirileceğiz, herkesin yaptığını yapmayarak bir tehlike olarak işaretlenip bir ölçüde dışlanacağız, önemli olan bununla birlikte yaşamayı kabul edebilip edemeyeceğimiz. Reklam ve id tarafından sürekli dürtülüyoruz, otoritenin bir parçası olmamız yönünde baskılara maruz kalıyoruz ve bu olanlardan pek hoşnut değiliz, çemberin dışına çıkmak istiyoruz diyelim, Foley'ye göre düşünürlerin binlerce yıllık birikimlerinden faydalanarak başarabiliriz. Tarkovski'nin ve bizim kahveden Hilmi Dayı'nın söylediği şey iyi aslında, insanın yalnız kalmayı öğrenmesi gerekiyor. Gruba muhtaç değiliz, bir başımıza da var olabiliriz. "Nasıl yaşanacağının bir dizi maddeyle söylenmesini talep eden tek çağ, bizim sabırsız, açgözlü çağımızdır." (s. 11) Beyin taramalarında kaliteli ve pahalı markaların dinsel imgelere eşit sinirsel tepkiler doğurduğu görülmüş, insan için bundan daha korkunç bir durum olamaz. Her şeyin pazarlanabileceği bir zamanda Buda'dan medet umabiliyoruz, çağın istencinden anlayarak, içgörü edinerek kurtulabiliriz. İstersek tabii. Tutarlı ve mantıklı davranışları alışkanlığa dönüştürmek sağlam bir çözüm gibi görünüyor, bunun için beyinde yolaklar oluşturan nöronlarımızı biraz zorlamak gerekecek, her birey kendi çözümüne bir şekilde ulaşabilmek için otoritenin insanda çocukluktan itibaren kurduğu yapıları anlayacak ve değiştirecek, bunun için yalnız kalmayı göze alabilmek gerek. Kendinde hak görme olayı, potansiyelin cazibesi de dizginlenecek biraz, her şeyi elde edemeyeceğimizi anlamamız lazım. "Kendini değiştirmeye tapınma" yüzünden birey kim olduğunu, ne istediğini düşünecek noktayı bir türlü yakalayamıyor Foley'ye göre, Bir Sonraki Müthiş Şey'in peşinde devinip duruyor. "Bir ilişkide veya işte zorluklar varsa cezbedici olan, bir diğerine geçmektir. Bu da sorunlarla yüzleşip aşma tatminini devre dışı bırakmakta ve hayati önem taşıyan musibetten pay çıkarma, olanı avantaja çevirme becerilerini mahvetmektedir." (s. 31) Seneca'dan bir alıntı var, yarını düşünüp bugünü çöpe atan insan için huzur diye bir şey mümkün değil. Tüketimsel bir itkimiz var, kendimizi bir ürüne çevirip tükendikten sonra değiştirmek de bunun içinde, bir insan bu açıdan kendini ne kadar değiştirebilirse. Selfie çekip her yerde paylaşmak herkes için aynı anlama gelmeyebilir ama derinlerde bir yerde kendini bir ürüne dönüştürme ihtiyacının getirisi/götürüsü de olabilir. "Ben bir ürünüm, kendimi bu biçimde inşa ettim, bir değerim var, ona göre." Sonra başka bir selfie, böyle gidiyor bu. Pornoyla benzerliklerinden bahsediyor Foley, idealize edilmiş bir gerçeklik boyutu ama gerçeğin çok uzağında. Bunun genetik yansıması için ayrı bir bölüm var, determinizm ve özgür irade arasındaki ilişkiden insanın kendinden başka her şeyi suçlamaya dönük bir gelişim(!) sürecinden geçtiği fikri kabul edilebilir, dolayısıyla çağımızda patlayan komplo teorileriyle başarısızlık kavramının modasının geçmesi aynı kaynaktan doğar gibi gözüküyor. Mantıklı bir hale getirilen saçmalıklar yüzünden her birey kendi saçmalığını üretebilir ve tüketebilir durumda. Sorumluluk duygusunun ortadan kalkmasıyla otoriteye yakınlaşıyor insan, başkasının verdiği kararlardan mesul değiliz, rahatız o zaman. Başımıza gelen kötü şeylerden sorumlu tutulacak birileri, bir şeyler her zaman olacak, böylece talihsizliklerin etrafından dolanabileceğiz. Şahane bir kendini kandırma mekanizması bu, kırılması için insanın bir an durup düşünmesi gerekiyor ama bu da mümkün değil, düşünmemizi engelleyecek milyon tane etken var. Her yerde yüksek sesle çalan müzik, motor sesleri, gözü kör edecek ışıklar var, dikkat dağınıklığı çağın gerekliliği gibi gözüküyor. Aynı anda sekiz kitabı birden okumaya çalışmak, birkaç işi aynı anda götürmeye çabalamak -tabii bu bir şekilde zorunluluktan yapılmıyorsa- canımıza okuyacak dünyanın elini güçlendirmek anlamına geliyor. Bunun bir etkisi de bireye olan inancın azalması olarak ortaya çıkıyor, insanlar artık tek başlarına kitap bile okuyamıyorlar, bir okuma grubu şart. Bir şeyler yazmak için atölyelere gidiliyor, yalnızken yapılan işler değersiz olarak görülüyor. Sessizlik, yalnızlık bir nevi ölüm, acımasızlığın somutlaşmış hali.
Memet Fuat hatırlıyor, 1995'ten 1920'lerin Kadıköy'ü pek parlak, güzel gözüküyor. Küçükyalı'da oturuyorum ben, anlatılan yerlerde birçok kez bulunduğum, boş zamanlarımda sokak sokak gezdiğim için gözümde canlandı her şey. Ethem Efendi'deki köşk otuz dönümlük arazi üzerine kuruluymuş, bir ucu istasyona yakın, diğer ucu bugünkü Bağdat Caddesi'ne bakıyor herhalde. Muazzam büyük bir alan, komşu köşklerle birlikte dev bir yeşilliğin içinde birkaç binadan başka bir şey yok. Hatırlayamadığım pek çok yazar bu yakanın o zamanlarını anlatmıştır, şimdi hatırladığım iki metin: Melih Cevdet Anday'ın Aylaklar romanı, bir de Peride Celal'in bir romanı, neydi o? İnsanlar sahile inip denize girerlermiş, Pendik'e kadar sahil varmış, müthiş bir şey. Sonra parsel parsel satılmış tabii bu arsalar, önce başka köşkler belirmiş, sonra bu köşkler de yıkılıp koca koca apartmanlar dikilmiş. Numunelik birkaç köşke rastlayabilirsiniz, daha çok üst taraflarda. Erenköy Fizik ve Tedavi Hastanesi'nin bahçesinde bir tane var, über süper lüks bir iki sitenin bahçesinde de duruyor öyle, cıvık bir beyaza, kırmızıya boyanmış, geçmiş zamanın güzellikleri berbat edilmiş. Zevksizlikte çığır üstüne çığır açıyoruz, malum. Neyse, Fuat'ın dedesi Mehmet Ali Paşa'nın anılarda aslan payı var, köşkün sahibi olarak hemen her yere burnunu sokan uçarı bir adam. Torunlarını o kadar seviyor ki Fuat'ın aşırı kilo aldığı bir dönemdeki zayıflama çabalarına karşı çıkıyor, torununa yedirdikçe yedirmek istiyor ve istediğini yapamayınca onca orduyu yönettiğini ama bir çocuğu yönetemediğini söyleyip torununu kovalamaya başlıyor. Matrak bir adam. Oğulları, kızları, hepsi ayrı bir alem. Kimin kim olduğuna pek girmek istemiyorum, o kadar çok insan var ki işin içinden çıkamam, çok önemli olaylara değineceğim sadece. Bir iki detay vereyim ama, o dönemdeki çoğu aile birbirini tanıyor, İstanbul o zamanlar küçük bir yer, dolayısıyla ailelerde pek gizli saklı olay olmuyor. Piraye'nin ilk eşi Vedat Örfi Bengü çok yönlü bir adam, yazarlığı var, müzisyenliği var, yönetmenliği var, yerinde duramayan biri. Paris'e gidiyor ve başka kadınlarla takılmaya başlıyor. İlginç bir şey, Vedat Örfi'nin Mısır sinemasının kurucusu olduğu yazılıp çizilmiş bir zaman, Mısır'a geçip orada birkaç film çekmiş, tekniği öğretmiş sanırım. Neyse, kadınlarla olan mevzu hemen duyuluyor tabii, Piraye dört yıl bekledikten sonra ümidi kesip babasının evine dönüyor, talipleri çıkıyor ortay. Sonra Nâzım Hikmet'le tanışıyor ve hayatı bir kere daha değişiyor. Cihangir'deki evde yaşamaya başlıyorlar, Nâzım Hikmet sinema sektöründe çalışıyor o yıllarda, hapse girmeden önce. İpek Film için film çekiyor, seslendirme yapıyor, Shakespeare'den çeviriler yapıyor falan, ekmeğini sinemadan kazanıyor yani. Erenköy'deki köşkte de filmler çevriliyor haliyle, Muhsin Ertuğrul başta olmak üzere pek çok sanatçı gelip gidiyor eve. Bu dönemin anıları çok hoş, yokluklar içinde bir şeyler yapmaya çalışan insanların mücadeleleri. Köşkte çalışanlar, çalışanların çocukları, komşular, komşuların çocukları derken kadro genişledikçe genişliyor, nehir anı bu. Bir iki mesele tekrar tekrar ele alınıyor dolayısıyla, kronolojik bir yapı yok.
1980'lerden öyküler. Tamamında bir eksikliğin izi sürülüyor, en barizi şiire yakın olan son öyküde. "Özeti", bir özlemin sunumu olarak görülebilir. "Yaşanılır yazılmazlık" durumunun çatlaklarından sızanlar dize dize sıralanmış. Geceden korkuluyor, sevilenin acılarının dinmesi bir teselli olarak görülüyor, çalar saate göre sıçranan ve düşülen bir sabah ermiş, kendini yitirmişlik korkusu ayyuka çıkmış. Telefonda bir ses, mesafeleri aşıp gelen yansı. Gece ağırlaşıyor, dünyada bir başına kalmayı öğrenmeye çalışıyor anlatıcı, ömür kadar kısa ve çekilen acılar kadar uzun olan bir şeyin varlığını arıyor ama bulamıyor, biriciklik inci gibi parlıyor, acı körlüğüne yol açıyor. Gözler bitik, görmeye değer bir şey yok. "Kırk yılın sabahı" bütün ağırlığıyla çöküyor, onca zamanın vardığı nokta muazzam bir yük. Unutmak için karanlığın kollarına atılmak, kağıdın bir yüzünde yoksunluğun dile getirilmesinin yol açtığı sevinç, hele gökyüzü paylaşılıyorsa. En tunç ayrılık bile gökyüzünü farklı renklere boyamıyor, aynı mavi. Ağlanacak şeyler için ayrılan zaman, yazı bu zamana ait. Evin içini dolduran tek şey, geri kalanı boşluk. Evler bu zamanlarda bütün kapılarını açıyor, dışarısı daha az anı taşıdığı için. Sokağın hafızası kuvvetli değil, çoğu şey sokakta ve sokak tarafından unutulabilir ama evlerde köşeler var, elektrik süpürgesiyle tozları alınan köşeler, elektrik süpürgesinin temizlendiği, köşesine konduğu, biten bir işin ardından sevginin izlenebildiği köşeler. Eşikler, el ele geçilir. Dolaplarda birlikte alınan kıyafetler. Ne bileyim, evlerden bir an önce kurtulmak gerekiyor. Biri diğerinin gitmesini ister, döneceğini düşünür ama diğerinin dönmeye niyeti yoktur, yorgundur, kurtulmak ister. Dönmez. Birkaç yıl sonra belki önünden geçer de penceredeki saksıyı yerinde göremeyince bir anlığına durup düşünür, yürümeye devam eder. Farklı zamanların acısı değişmiyor da siliniyor yavaş yavaş, garip. İnsan içinde bir yerleri kurcalıyor, eli bir şeye değmediği zaman şaşırıyor, sevinmiyor veya üzülmüyor da, sanki daralıyor. Bu öykü de dar bir öykü, şiir darlığında, şiir darlığı ölçüsünde genişliğinde. "Sevgilim Öğretmenim" diyor anlatıcı, Filiz Tosuner'in gölgesi örtüyor metni. Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, çekilen acının karşısında susmaktan başka bir şey gelmiyor içimden.
Aslında Dylan'ın yaşamını I'm Not There süper anlatıyor. Woody Guthrie'nin faşistleri öldüren gitarıyla oradan oraya yolculuk yapan küçük çocuk, Rimbaud, eş, baba, orada olmayan onca kimlikten sadece birinin gölgesi görülebiliyor, uçucu bir varlığın ardında bıraktığı izler belli belirsiz, sadece şarkılar somut, şarkıların ötesinde her şey akışkan. Dylan'ın benimsediği herhangi bir fikir yok. Folk tuttuğu için başlarda folk müzisyeni ama en başından beri rock'n'roll yapmak istediğini söylüyor. 60'ların protest gençliği şarkılarını meydanlarda hoparlörlerden dinlerken herhangi bir politik görüşünün olmadığını, anlık duyguları yakalayıp şarkılarına tıkıştırdığını anlatıyor, buna benzer pek çok sözü var. Ne yana çekilirse ters yana gidiyor, istediği gibi yaşamak, çalmak ve söylemek istiyor, tek istediği şey bu. Hristiyanlık temalı üç albümünde, bu üçlünün öncesinde ve sonrasında yaptığı albümlerde bu görüşünün hayata geçmiş biçimlerini görebiliriz, düşüşe geçtiği 80'li yıllardan tekrar yükseldiği 90'lara, yaşanıp yaşanmadığı kimilerince şüpheli olan motosiklet kazasından Baez ve Susan'la yaşadıklarına kadar hayatındaki pek çok olay, pek çok dönem şarkılarının biçimlerini, uzunluklarını, enstrümantal ağırlıklarını etkilemiş, müziğe bir iş gibi yaklaşmış olsaydı işi formülize edip aynı formatta albümler yapabilir, geçmişin silik bir figürü olarak varlığını sürdürebilirdi ama Dylan'ın en gölgedeki albümünden en iyi albümüne kadar tüm albümleri iyidir, Dylan kendi kendini tekrar etse bile iyidir, zira Dylan'ın kendisi sürekli yenilenen, değişen bir kaynaktır. Bunu kendisi de dile getiriyor, şimdi beş yüz sayfayı tarayıp bulamayacağım ama şuna benzer bir şeyler söylüyor işte: "Kimseyi dinlemedim, bazı şeylerin yanlış olduğunu bile bile yaptım, bazen yanlış yapmak doğrudur." Uydurdum ama onun sözlerine benzedi. Burnunun dikine gittiği için sahnede rezilliğe varan performanslar da sergilemiş, binlerce insana tek bir ağızdan şarkılar da söyletmiş Dylan, hatta konserlerdeki şu çakmak, telefon ışığı olayı ilk kez bir Dylan konserinde yaşanmış. Bir balad, ışıklar sağa sola sallanıyor. Hangi şarkıyla başladı bu gelenek acaba, "Idiot Wind" mi? Yakışırdı. Dylan'ın en kişisel şarkılarından biri. Çok hüzünlü bir kopuşu anlatıyor, majör akorlarıyla minör duyguları taşıyor, öyle bir şey.
Annelerinin kötü durumda olduğunu bilen kardeşler, babalarından gelen telefonla birlikte toplanıyorlar. Evde olsalar iyi olur, yani o aralar, sona yaklaşılırken yani, daha fazla ertelemeden ölümle yüzleşmeliler, anlatıcı ölümü sevecek cesareti olmadığını söyledikten sonra. Bölümün alıntısı Camus'den aparma: Anne öldü, dün, patrona da söylenmeli bu, anlamsız olsa da. Annenin çocuklara duyduğu sevgi kıyaslanıyor sonra, anlatıcıya göre erkek kardeşini daha çok seviyor annesi, yine de tam olarak bilinemeyecek bir şey. Anlatıcı bu konuda bir sonuca varamıyor, varamamasının sebebine bağlanabilirse şu var: "Kız kardeşim en güzel olanımız; onda babamın narin yapısıyla annemin canlılığı var. Gerçi erkek kardeşimi kadınlar daha çok seviyorlar ama benim kadınlarım da beni. Yalız bende gereğinden fazla kişisellik var — nev'i şahsına münhasır "metin bozulması"yım. Elbet bundan çıkarılacak bir sonuç yok." (s. 10) Davranışların amaca erişmesi anlatıcı için önemli, istenci dumura uğramış gibi gözüküyor, bu durumda edimleri de çarpık, gerçi kardeşlerin tümü için aynı şey söylenebilir. Yarım yamalak anılarda bütün kardeşlerin tek bir sözcükle gülmekten çatlamaları, ardından gelen derin sessizlik ve irkilme anları ne yapacakları konusunda bir fikirlerinin olmadığını gösteriyor, eylemlerinde bir tutarlılık veya dinginlik aramamak gerekiyor. Hastanede hemşire anneden "geriye kalanı" gösterdiğinde, kendi başına soluk bile alamayan bir bedenin ölüme yakınlığı ortaya çıkınca, bedenin orasından girip burasından çıkan borulardan gelen ıslık sesleri odayı doldurduğu zaman daha da geriye gidiyor anlatıcı, çocukluklarından, gençliklerinden bahsediyor, sonra doktorun, "Ölümü de istemek gerekiyor," sözüyle birlikte âna geri dönüyor. Anne ölmek istemiyor bir türlü, yaşama sıkı sıkı tutunuyor, o durumda. Kendine geldiği zamanlarda çocuklarına bağırıyor, geçe kalmış konuşmalar yapılıyor, haykırışlar odayı inletiyor. Yaz mevsimi, her yer yanıyor, odalardan leş kokuları yayılıyor, sokağın pis ve ağır kokusu hastanenin kokusuyla birleşince iş dönüp dolaşıp Tanrı'ya kadar geliyor. Acımasız Tanrı, çaresizlikten başka bir şey sunmuyor insana. İnsan sıklıkla çaresiz kalıyor, ne yapacağını bilemiyor, uzayda kapladığı yeri dolduramıyor bir türlü, zihnini işe koşuyor en sonunda. Düşünmek, daha çok düşünmek. Babanın geçmişteki hataları, kardeşlerin hoyratlıkları, her şey yüzeye çıkıyor, itiraflar, pişmanlıklar, her şey açıkta. Cenaze için verilen bahşişlerde, mezarın başına konan çelenklerde bir amaç, kendilerini rahatlatmak isteyen kardeşler ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını düşünmek istiyorlar, bahşişi en yüklü tutanın baba olması bir suçun affının dilenmesi olabilir belki. Anne güzel bir ölü değil doktora göre, herkes öldükten sonra çirkinleşir ama güzel ölmek, güzel bir ölüm, ölü güzelliği mümkün olmayan bir şey. Herkes ölüyor, kimse güzel kalmıyor, güzelse de. Beatriz'in ayakları hâlâ sıcakmış otopsi uzmanına göre, buradan bir güzellik devşirilebilir mi? O kadar da ölü olmayan bir ölü. Yarımlık herkesi canlı kılabilir, tamamlanmamış bir veda, bir ayrılık, kopuş, artık her neyse, ayakları sıcak tutabilir, parmakları hareket ettirebilir, hatta ölü bir bedeni konuşturabilir, yapay anılar yaratabilir. Metnin ikiye bölünmesini buna bağlıyorum biraz, anne oğluyla konuşuyor bu kez. Makinelerden, borulardan ve topraktan gelen ses. "Şu cümleyi sevmezdin herhalde (çünkü patavatsız ve kendini beğenmiş): ben aklıma gelebileyim diye aklıma geliyorsun. İçimde acı yok, sadece yorgunluk, büyüyen sessizlik ve artan dehşet." (s. 59) Annenin söyledikleri bir yansıtma, kendi düşünceleri değil, bu açıdan bakarak okumalıyız. "İyi annelik" yapmamış Beatriz, bu açık bir yara olarak kalmış. Her an aşık olabilirmiş, ölüme en yakın olduğu an yaşamı da açık bir gök gibi kuşatabilirmiş. Alman askerlerinin ısrarlı tacizlerinden kurtulan, savaştan sağ çıkan annenin eşi askerlere tokat atmış, evinden atmış onları, iyi ki öldürmemişler adamı, belki de tek zaferini bu şekilde kazanan adam kumar oynamış aslında, eşi elbise dolabında düzülme korkusuyla saklanan kadın ne zaman naftalin kokusu alsa kusarmış bu yüzden.
Emily Dickinson'ın şiirlerinden bir bölüm almış Kurzweil, beynin gökyüzünden daha geniş olduğuna dair bir bölüm. Güzel bir başlangıcın ardından zekâmızın biyolojik mirasımızın çok ötesine geçebileceği fikri geliyor. "İnsan zekâsının tarihi, bilgiyi kodlayabilen bir evrenle başlıyor." (s. 1) Sabit değerlerin yanında kuantum var, oradan sicim teorisi gösteriyor kendini derken makroyla mikronun buluştuğu nokta hâlâ karanlıkta, bulunmayı bekliyor, Kurzweil evrenin ve insanın yapısına kısaca değinerek ivmelenen geri dönüşler kanununa getiriyor mevzuyu, sıçramalar halinde ilerleyen bir yapı bu. Belli kaynaklarla bir noktaya kadar ilerleyebilen bilim, paradigma değişimiyle geriye dönük bilgilerini bir üst aşamaya uyarlayıp kaldığı yerden ilerlemeye devam ediyor. Zihnin şekil tanıma teorisiyle birleştiriyor bu kanunu Kurzweil, neokorteksin basit algoritmasını açıklayıp bir sonraki aşamaya atlama hazırlıklarına değiniyor. Bu incelemede algoritmanın yasaları ele alınıyor daha çok, beynin işleyiş biçimi odakta. "Bu kitabı yazarkenki amacım, beynin ne kadar karmaşık olduğunu anlatan milyonlarca alıntıya bir yenisini eklemek değil; sizleri beynin basitliğinin gücüyle etkilemektir. Bunu yapmak için; tanıma, hatırlama, bir şekli tahmin etme gibi neokortekste milyonlarca kez tekrar edilen basit ve becerikli mekanizmaların, düşünce çeşitliliğimize nasıl yol açtığını anlatacağım." (s. 8) Dünyadaki düşünce biçimlerinin nasıl şekillendiğine dair Kurzweil'ın verdiği Darwin örneği kilit bir noktada duruyor, Charles Lyell devasa yer şekillerinin su akışıyla biçimlendiğini söylediği zaman başta alaylarla karşılaşıyor ama sonrasında görüşleri kabul ediliyor. Darwin, Lyell'ın ses getiren düşüncelerini biyolojiyle birleştiriyor, fikirlerini güçlendiriyor, gerisini biliyoruz. Türlerin Kökeni'nde Lyell'a teşekkür ediyor Darwin, tıpkı sonrasında kendisine teşekkür edildiği gibi. Einstein'ın meşhur formülünü nasıl ortaya çıkardığı da var, Kurzweil bilimin basamak basamak ilerleyişini iki örnek üzerinden anlatarak kendi fikirlerinin temellerini de göstermiş oluyor bir açıdan, hemen ardından düşünme üzerine düşünmenin temel olgularını incelemeye başlıyor. Çocukluğundan itibaren bilgisayımla zihin arasında gördüğü benzerliklere bakalım. Anıların ardışık ve sıralı olduğunu söylüyor, bunu sonradan Turing'in sıralı işlem bilgisayımına bağlayacak, ardında von Neumann'ın rastgele erişim hafızasıyla destekleyecek ve zihnin imitasyonunun teoride mümkün olduğunu söyleyecek. Bunun için örüntü tanıma teknolojilerinin geliştirilmesi gerektiğini söylüyor ki kendi şirketleri bu iş üzerinde başarılar kazanmış zaten, Siri örneğin, Kurzweil'ın ve ekibinin icadı. Siri'yi geliştirme, ses tanıma teknolojisini ortaya çıkarma aşamalarına genişçe bir yer ayrılmış, Wittgenstein'ın dil-felsefe üzerine düşüncelerinden Chomsky'nin zihin-dil kuramlarına pek çok ögenin teknolojik karşılıkları anlatılıyor. İşin özeti şu ki yapay zekâ, bilgisayımın zihinsel karşılığını olabildiğince kusursuz bir şekilde uyguluyor. Bunun için biyolojik parametrelerin yanında -DNA, gen, ne varsa hepsinin işleyiş prensipleri ele alınmış- bunların yazılımsal karşılıkları olan çalışmalar da yüklendiğinde, kısacası karma bir yapı oluşturulduğunda insanın sahip olduğu bilişsel yetilerin -örüntü tanıma, soyut düşünce vs.- bir tık üstünde işlem kapasitesine ulaşılmış. Ne hoş. Bütün bunların yanında özgür irade problemi bütün heybetiyle ortada duruyor. Kurzweil'a göre özgür irade var, tersini gösteren bütün verilere rağmen onca belirlenmişliğin, beynin karar mekanizmasının kendi kendine işleyişinin ardında kalan bölge özgür iradenin varlığı için yeterli. Rüyalar için neokorteksin boşluğu doldurması deniyor, korkunun amigdala tarafından hormonal biçimde salgılanmasıyla birlikte neokorteks bir nefes alıyor, engellenmiş davranışların baskısı için bir çıkış yolu olan rüyaların işlevini yerine getirecek yazılımın üretilmesi mümkün. Bütün teknolojik ıvırın zıvırın yanında evrimsel gelişme de varlığını sürdürüyor, yapay zekâ kodlandığı biçimiyle gelişmeyi ve değişmeyi sağlayabiliyor, böylece sabit bir olgu olarak varlığını sürdürmek zorunda kalmıyor.
İkinci bölümde Vero, Luchita ve Pepito'yla karşılaşıyoruz. Vero on yedi yaşındaki Luchita'yı haftalık elli dolara yanında tutuyor, haftada üç kez sevişmenin ve arkadaşlığın bedeli elli papel. Gündelik yaşamlarına şahit oluyoruz daha çok, zenginliklerle dolu bir evde uçarı yaşamlar sürüyor, Luchita Paris'teki ailesinin yanına dönmek istese de beş parasız olduğu için Vero'nun eline bakıyor, Pepito da öyle. Thorny ve Paloma da yarı arkadaş, yarı çalışan olarak ara sıra görünüyorlar. Vero bir ara ortalıktan kayboluyor, eve telefon edip Luchita'yla konuşuyor ve nerede olduğuna dair yalan söylüyor, arkadan gelen çan sesinden anlıyor Luchita, Vero'nun gittiğini söylediği yerde kilise yok çünkü. Cebe. Vero geri dönüyor, morali bozuk. Annesinin Puerto Farol'da öldüğünü, aslında onunla buluşmaya gittiğini söylüyor. Şimdi ceptekilerden ikisini çıkaralım, cebe ilk attığımız şey Mrs. Rainmantle'ın Grove'dan bahsettiği tek cümle. Diğerini demin attık, Vero'nun ölen annesiyle görüşmesi. Grover=Vero olduğuna göre, Day'la Taylor'ı da yemeğe çağırdığına göre bir işler döndüğünü anlıyoruz ama Grover'ın amacı hakkında hiçbir fikrimiz yok tabii. Aslında var, odadaki garip olaylardan ve yangından sonra kafamda birkaç ışık yanmıştı ama derinlemesine planlan psikolojik bir işkenceyle karşılaşmak sarsıyor açıkçası, anlatının geri kalanında Vero'nun annesi ve babasıyla kurduğu çıkar ilişkilerini ve Sladeler'le oyuncak gibi oynadığını görüyoruz. Anneyle baba ayrılıyor, Grover babasından ve annesinden bir şeyler koparmaya çalışıyor, hatta annesinin dileğini yerine getirip üniversiteye bile kaydoluyor ama gerisini getirmiyor bir türlü, kestirmeden gitmeye karar veriyor ama önce bizim çiftin malikâneye gelişini anlatsam daha iyi. Yemeğe oturuyorlar, sohbet ediliyor ama havada nedenini anlamadığımız bir gerginlik var. Taylor rahatsızlanıyor, yatırılıyor, Day de orada kalıyor ve uykusunda cehenneme çekildiğini görüyor, rahatsız bir uyku uyanıklıktan daha kötü geliyor, gerçeklik algısı yavaş yavaş bozulmaya başlıyor. Ertesi gün kocasını görmek istediğini, doktor çağrılması gerektiğini söylüyor ama Grover kadını oyalıyor, dikkatini dağıtıyor, kadın da pek kendinde olmadığı için bir türlü odaklanıp da istediklerini yaptıramıyor. Bir nevi hapisler, sadece farkında değiller. Henüz.