Annelerinin kötü durumda olduğunu bilen kardeşler, babalarından gelen telefonla birlikte toplanıyorlar. Evde olsalar iyi olur, yani o aralar, sona yaklaşılırken yani, daha fazla ertelemeden ölümle yüzleşmeliler, anlatıcı ölümü sevecek cesareti olmadığını söyledikten sonra. Bölümün alıntısı Camus'den aparma: Anne öldü, dün, patrona da söylenmeli bu, anlamsız olsa da. Annenin çocuklara duyduğu sevgi kıyaslanıyor sonra, anlatıcıya göre erkek kardeşini daha çok seviyor annesi, yine de tam olarak bilinemeyecek bir şey. Anlatıcı bu konuda bir sonuca varamıyor, varamamasının sebebine bağlanabilirse şu var: "Kız kardeşim en güzel olanımız; onda babamın narin yapısıyla annemin canlılığı var. Gerçi erkek kardeşimi kadınlar daha çok seviyorlar ama benim kadınlarım da beni. Yalız bende gereğinden fazla kişisellik var — nev'i şahsına münhasır "metin bozulması"yım. Elbet bundan çıkarılacak bir sonuç yok." (s. 10) Davranışların amaca erişmesi anlatıcı için önemli, istenci dumura uğramış gibi gözüküyor, bu durumda edimleri de çarpık, gerçi kardeşlerin tümü için aynı şey söylenebilir. Yarım yamalak anılarda bütün kardeşlerin tek bir sözcükle gülmekten çatlamaları, ardından gelen derin sessizlik ve irkilme anları ne yapacakları konusunda bir fikirlerinin olmadığını gösteriyor, eylemlerinde bir tutarlılık veya dinginlik aramamak gerekiyor. Hastanede hemşire anneden "geriye kalanı" gösterdiğinde, kendi başına soluk bile alamayan bir bedenin ölüme yakınlığı ortaya çıkınca, bedenin orasından girip burasından çıkan borulardan gelen ıslık sesleri odayı doldurduğu zaman daha da geriye gidiyor anlatıcı, çocukluklarından, gençliklerinden bahsediyor, sonra doktorun, "Ölümü de istemek gerekiyor," sözüyle birlikte âna geri dönüyor. Anne ölmek istemiyor bir türlü, yaşama sıkı sıkı tutunuyor, o durumda. Kendine geldiği zamanlarda çocuklarına bağırıyor, geçe kalmış konuşmalar yapılıyor, haykırışlar odayı inletiyor. Yaz mevsimi, her yer yanıyor, odalardan leş kokuları yayılıyor, sokağın pis ve ağır kokusu hastanenin kokusuyla birleşince iş dönüp dolaşıp Tanrı'ya kadar geliyor. Acımasız Tanrı, çaresizlikten başka bir şey sunmuyor insana. İnsan sıklıkla çaresiz kalıyor, ne yapacağını bilemiyor, uzayda kapladığı yeri dolduramıyor bir türlü, zihnini işe koşuyor en sonunda. Düşünmek, daha çok düşünmek. Babanın geçmişteki hataları, kardeşlerin hoyratlıkları, her şey yüzeye çıkıyor, itiraflar, pişmanlıklar, her şey açıkta. Cenaze için verilen bahşişlerde, mezarın başına konan çelenklerde bir amaç, kendilerini rahatlatmak isteyen kardeşler ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını düşünmek istiyorlar, bahşişi en yüklü tutanın baba olması bir suçun affının dilenmesi olabilir belki. Anne güzel bir ölü değil doktora göre, herkes öldükten sonra çirkinleşir ama güzel ölmek, güzel bir ölüm, ölü güzelliği mümkün olmayan bir şey. Herkes ölüyor, kimse güzel kalmıyor, güzelse de. Beatriz'in ayakları hâlâ sıcakmış otopsi uzmanına göre, buradan bir güzellik devşirilebilir mi? O kadar da ölü olmayan bir ölü. Yarımlık herkesi canlı kılabilir, tamamlanmamış bir veda, bir ayrılık, kopuş, artık her neyse, ayakları sıcak tutabilir, parmakları hareket ettirebilir, hatta ölü bir bedeni konuşturabilir, yapay anılar yaratabilir. Metnin ikiye bölünmesini buna bağlıyorum biraz, anne oğluyla konuşuyor bu kez. Makinelerden, borulardan ve topraktan gelen ses. "Şu cümleyi sevmezdin herhalde (çünkü patavatsız ve kendini beğenmiş): ben aklıma gelebileyim diye aklıma geliyorsun. İçimde acı yok, sadece yorgunluk, büyüyen sessizlik ve artan dehşet." (s. 59) Annenin söyledikleri bir yansıtma, kendi düşünceleri değil, bu açıdan bakarak okumalıyız. "İyi annelik" yapmamış Beatriz, bu açık bir yara olarak kalmış. Her an aşık olabilirmiş, ölüme en yakın olduğu an yaşamı da açık bir gök gibi kuşatabilirmiş. Alman askerlerinin ısrarlı tacizlerinden kurtulan, savaştan sağ çıkan annenin eşi askerlere tokat atmış, evinden atmış onları, iyi ki öldürmemişler adamı, belki de tek zaferini bu şekilde kazanan adam kumar oynamış aslında, eşi elbise dolabında düzülme korkusuyla saklanan kadın ne zaman naftalin kokusu alsa kusarmış bu yüzden.
Birileri iki saatte on kilo karpuz yiyebileceğini söyleyip bahse girmiş, kazanmış. Yabancıları sevmenin mümkün olduğu anlaşılmış, her şey rağmen. Sadakatsizlik affedilebilirmiş, babanın açık saçık mektupları bir oyunun parçası olarak görülebilirmiş, günler boyunca ortadan kaybolabilirmiş insanlar, sonra hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkarlarmış, ölüler ne kadar ağır olduklarını sorabilirlermiş, anne sormuş en azından. Anne ölümünden sonra gerçekten konuşmaya başlamış, öncesinde çocukları onu tuvalete götürürlermiş, kasıklarındaki kıllar açığa çıkınca başlar çevrilirmiş, güldürülen insan rahat rahat işeyemezmiş, çişi geri kaçarmış. Bir anne ölümden korkarmış. Bu sonuncusundan daha korkunç bir şey düşünemiyorum. Aslında bu metni okumak iyi gelmedi bana, geçen yıl ananemi kaybettikten sonra annem iyice kötüledi, sağlığı bozuldu, şimdi zorlukla yürüyor, kaç gündür hastaneye taşınıyoruz. Emre'nin yanına, Fethiye'ye gidecektim, biletleri almıştım ama gidemedim, başka zaman. Neyse, sıkı bir metin bu. Okunur gayet. Okunmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder