4 Eylül 2016 Pazar

Selçuk Baran - Kış Yolculuğu

Şehirde yalnızlaşanların yanına şehirden kaçıp yalnızlığından kurtulamayanlar ekleniyor bu kez. Baran'ın sık kullandığı bir leitmotif; doyurmayan ilişkilere dayanamayıp şehri terk eden entelektüelin kendiyle hesaplaşması. Doğanın yalınlığını kendine ayna kılan karakterler için büyük bir sınav. Baran, kırılmaya yakınken bir dünyalık esneyen kabukların yazarı. Bunaltının yoğunluğu azaldıkça her şeye bulaşıyor, kolay bir çıkış yok.

Türkân Hanımın Ölümü: Tanıyanlar Türkân Hanım'ı anlatıyor. Anlatıcı, öykünün oluşumunda birçok kişiyle görüşüldüğünü, net bir çözümleme yapılamadığını, yine de ortaya çıkan veriyi paylaştığını söylüyor ve hanımefendinin ölüm olgusuyla yüzleşip ona hayat gibi sarılmasının nedenlerini satır aralarına yerleştiriyor. 

Diş Hekimi Oğuz Karan, hanımın herkesle görüşmediğini, seçkin bir insan olduğunu belirtirken hanımefendinin evindeki eşyalarla sözcüklerinin yerini değiştiriyor, fiilinin yerini daima kapalı perdeler alıyor, evin tesirini anlatıyor. Türkân Hanım kolaylıkla anlaşılamayan, anlaşılmak gibi bir kaygısı da olmayan kadınlardan biridir. 

Safiye Günel, hanımın iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu pek de memnun olmayarak anlatıyor. Güya hanım, Günel'in eşinin ölümünü evine gelen herkese bire bin katarak anlatırmış. Olabilir, gerçeklik yoruma son derece açıktır. Yorum gerçeğe açık değildir, bu yüzden Günel'in söylediklerinin doğruluk payını bilemesek de kendisine inancımız, söz gelişi bir çiviye duyduğumuz inançla birdir. Safiye Hanım, etrafınıza kişileri toplayınız da kendi gerçeğinizi anlatınız.

Sait Coşkun, hanımın ölümle dolu hikâyelerinden bıkmış bir tanıdık. Ölse belki bu kadar bıkmayacak. Kısmet değilmiş.

Macide Köker, hanımın gençlik dönemlerini bilen bir arkadaşı. Yokluktan gelen küçük bir kızın ölümün doğurduğu hiçliğe hayran olmasını garip bulmuyor. Zaten bakınız, hanımın dediği: "İnsanları haklı çıkaran bir tek durum saptadım: ölüm. İnsanlar öldüklerine, ölüp gittiklerine göre haklı olmalıydılar. Bu yüzden ölümlerine ilgi gösterdim: Aptallıklarını, kıyıcılıklarını, adam sendeciliklerini, cimriliklerini aklayan tek özürlerine senin anlayacağın..." (s. 267) 

Altuğ'la yaşanan bir macera, hanımı evinden uzaklaştırır ve yenilmiş bir şekilde dönmesine yol açar. Gençliğini tekrar yaşamak istemiştir belki, Altuğ gibi yakışıklı ve kafası karışık bir gençte özlediği heyecanları bulmuştur. Yine de kurtuluş değildir bu; canına kıyar. Kronolojik sırayı çorba edelim; başkalarının hikâyelerine dönüştüğü için gerçekliğin peşinde koşmasının sonucu mudur ölüm? Hanım için belki.

Temmuz, Ağustos, Eylül: Baran'ın en hüzünlü öykülerinden biri, bitince ağızda toprak tadı bırakıyor.

Turhan Engin iyi bir tiyatro yazarıdır ama sanat dünyasıyla arası pek iyi değildir, kodamanlar arasında kendine yer bulamaz ve Kanlıca taraflarında küçük bir kasabada oda tutar, yerleşir. Kitaplarını yanında getirmiştir, çoğunu okumuşsa da onlardan kopamaz. "Beceremedim, diye düşündü; hiçbir şeyi beceremediğim gibi bunu da beceremeyeceğim demektir. Öyleyse gerçekten kurtulmayı istemiyorum, kim bilir?" (s. 292) Kurtulmak isteyip istemediğine karar vermeden önce sahilde bir kadınla tanışır ve hayatını değiştirmek istediğine karar verir. Kadın oldukça çekicidir, özellikle yeni bir başlangıç için. Edibe Hanım, Engin için yeni bir yaşama açılan kapıdır. Birlikte zaman geçirmeye başlarlar, kasabalı dobralığıyla kenti hesaplılığının çatışmaları da böylece ortaya çıkar ama Engin için hiçbir şeyin önemi yoktur, ne istediğini bilir.

Bilmez aslında.

Mutlulukla ilgili bir bölüm: Edibe Hanım birikimlidir, yaşam sezgisi de oldukça kuvvetlidir bir yandan. Mutlu olup olmadığını hiç düşünmediğini söyler. Kasabada büyük bir dünyayı yaşatır ve Engin'i dünyasına dahil etmeye meyillidir. Bu bir kenarda dursun, bir olay anlatacağım. Akademiden tiksinmeme yol açan olaylardan biri. Önce alıntıyı bırakayım şuraya: "Mutluluk bir yirminci yüzyıl hastalığıdır, diye ileri sürerdi bir zamanlar Turhan da. Bir batı hastalığıdır aynı zamanda. Osmanlılıkta mutluluk düşüncesi yoktur, Anadolu halkında da." (s. 299) Sonrasında Sartre'lar falan giriyor devreye, bu kadarı yeter. Şimdi bu tabii ki bilimsel bir gerçeklik değil ama bir bakış açısı. Olay da şu: Yüksek lisansta Karabibik'i inceliyoruz, şimdilerde profesör olan bir hocamız, adını hatırlayamadığım esas oğlanın toprağıyla hayvanlarıyla falan mutlu olduğunu iddia ediyor. Bir arkadaşımla birlikte karşı çıkıyoruz. Mutluluk yoktur o tür bir anlatıda. İzi bile yoktur. Ne ki derdimizi bir türlü ifade edemiyoruz, son derece takıntılı bir insan olan hocamızın lafının üstüne laf söylediğimiz için de kara koyun oluyoruz. Sınavdan düşük notlar, bilmem ne. Neyse ya, bu öykünün olayı da mutluluk değildir aslında; ters köşe son dışında her şey bellidir. Engin, izini kaybettiği mutluluğu eline geçen bir dergiyi okuduktan sonra İstanbul'da bulur. Tiyatroda Shakespeare'in bir oyunu sahnelenecektir, adamımız her şeyi bırakıp şehre döner. Tanıdığı onca insan çok normal karşılar bu durumu, şehirlilerin uçarılıklarını bilirler. Edibe Hanım'ı son sahnede görmeyiz ama ona da doğal bir şey gibi gelmiş olabilir. Koca bir kalp ağrısı da cabası.

Kış Yolculuğu: Yine bir kaçış. Siyasi mahkum hapisten çıkıyor, yayınevi sahibi olduğu zamanların anılarıyla baş etmeye çalışırken ailesinin esip geçen bir rüzgardan farksız olduğunun farkına varıyor. O zaman ne yapacak? Evet, kasabasına dönecek. Ana rahmine dönmek gibi. Huzurlu, mutlu hissettiği zamanlara dönmek isteyecek ama ne o zamanı, ne de kasabayı bulabilecek. Her şey değişiyor, adamımız kasabasında kendine yeni bir kimlik yaratsa da yenilgisinden kurtulamıyor.

Nefis.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder