15 Eylül 2018 Cumartesi

Daniel L. Schacter - Belleğin İzinde - Beyin, Zihin ve Geçmiş

Başlangıcı ve sonu belli bir olay. Bir parçası olunmuş, şahit olunmuş, anlatılması gerekiyor. Bu büyük zahmete girmek için her detay hatırlandı, benliğe çeki düzen verildi, ampirik mekanizma rölantiye alındı, her şey hazır. Aslında kolay; uygun sözcükleri uygun bir sıraya dizip fonem curcunası yaratacağız, dünyayı bir anlamda anlaşılır bir forma sokup aktaracağız. İletişeceğiz, bunu başarıyoruz ve çoğunlukla başaramıyoruz. Birincisi, korkunç bir uğultudan başka bir şey çıkmıyor ortaya. Dinleyemiyorum, sesler bir noktada birbirinden kopuyor, hikâyenin gideceği nokta kendini belli etmişse, anlam kendini ele vermişse çabanın sürerliği değersizleşiyor. İkincisi, ben bir şey anlatıyorsam bu anlamı vermeme çabasıyla tamamen kendi hikâyemi anlatıyorum, paydaşların katıldığı bir süreç doğmuyor, sonunda ortada bir anlatı kalıyor ve bu anlatı kimse için bir anlam taşımıyor. "Dur oğlum, hiçbir şey anlamadım, baştan anlat," deniyor, anlatıyorum ama benim anlayacağım biçimde değil. Bunu nasıl ifade ederim bilmiyorum, sanırım semantik kopuş diyeceğim. Önce seslerle, sonra seslerin meydana getirdiği yapılarla koptum, kronolojik ilerleyişten belli bir ölçüde koptum, insanlarla arama koca bir anlam ayrılığı girdi. Bu yüzden bilincimin, belleğimin çalışma düzenini anlama çabasına giriştim, böylece sosyallikle aramda bir denge kurabilirdim, sosyal olmanın asgari ölçüdeki gereklerini yerine getirebilirdim. Mümkün. Uğraşıyorum.

İletişim bir kurmacaysa, doğasını anlamak için en büyük kurmaca ustasına, zihne dönmek gerek, sanırım. Bellek çeşitlerinin birbiriyle etkileşimini anlamak, geçmişin inşa edilmesindeki süreçleri uygulamalı olarak değerlendirmek gibi zihinsel aktivitelerle benliği kurmak gerekiyor, benliği bu şekilde -bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde- kuruyoruz, her an, yeni baştan. Bakınız, okula giderken zihnime yüklediğim parçaları biraz anlatayım. Sağdan soldan duyduğum diyalog parçalarını birleştiriyorum, ortaya kırkyama bir iletişme çabası çıkıyor. Bağlamdan kopuk konuşmalar anlaşılacak bir mesaj taşımadıkları için daha rahatlatıcı geliyor bana.

“Gelmesi gerekirken telefon etmiş, sucukları haşlasana lan Olimpos’ta güneşlenen o herif!”

Misal. Sonrasında yeryüzüne ulaşmak için çıkılan basamakların her birinin hikâyesini kuruyorum, biri diğerinden daha alçakta veya yüksekte olduğundan, buna rağmen aralarındaki hıncın bir arada durmak zorunda oldukları için bastırılmasından doğan anlatıların çeşitleri türevler ortaya çıkarıyor, biçem alıştırmaları veya kurmaca alıştırmaları şeklinde, ötesine de uzanıyor ve her şeyin biçimle çözülemeyeceğini düşündürüyor, içeriğin çeşitlemeleri biçime göre çok daha zor gibi geliyor bana. İnsan, bilincini nasıl çeşitleyebilir? Bir olayı çeşitleyebilir ama. Sonra vapurları görüyorum ve bir vapurun tarihçesini çıkarmaya çalışıyorum, her bir parçasının üretimine dek geri gidiyorum ve bunları tek bir bilinçle, yarı istemli yarı istemsiz yapıyorum, bilincimi söküyorum bir anlamda, bilinçsöküm. Ne kadar küçülebilirim ve ne zaman yok olabilirim, bunu merak ediyorum. Belleğin parçalarına inmek demek bu; ilk anılarıma kadar inip ne yaşadığımı, ne hissettiğimi ve aynı hissin farklı zamanlarda ortaya çıkışıyla ne kadar değiştiğini, ne kadar aynı kaldığını çözümlemeye çalışıyorum, merdivenler hep merdiven değildi, vapurlar neydi, sevgilerim hangi biçimlerdeydi, neydi yaşadığım, bunun gibi meseleler artık ağır gelmeye başladığında profesyonel bir yardım almaya karar verdim ve bibliyoterapiye, aslında nevrozlarımın bir ürünü olan alışkanlığımın -varsa eğer- sağaltıcılığına sarıldım. Schacter'ı bu bağlamda okudum ve belleğin insanı kuran tekliğini çaresizlikle özümsedim. Çaresizlikle, çünkü bellekten başka bir dayanak noktamız yok ve bu dayanak o kadar hassas ki yanlış biçimlendiği zaman gerçeklik dediğimiz şey, artık her neyse o, bir anda başka bir şekle bürünebilir ve başka kimsenin gerçekliğine ilişemez, böylece tekilliğin hüküm sürdüğü bir yaşamı edinmiş oluruz, her şey bizim açımızdan olduğu gibidir, gerçektir, oysa insanlar için normun dışında olduğumuz için ayrıksıyızdır. Foucault bu normların oluşumunu ve onların dışına çıkmanın zorluğunu anlatıyordu, ona göre toplumun hikâyeler kadar çizgilere de ihtiyacı vardı ve politika, psikoloji, kapitalizm, birçok etken bu çizgileri sağlıyordu. Bunlardan kurtulmanın mümkün olmadığı bir çağda yaşıyor olmak başlı başına bir yılgınlık kaynağı olsa da en azından belleğin uyumsuzluğunu anlamaya çalışmak bir çaba olarak, olumlu bir kaygının ürünü olarak, belki bir teselli olarak ortaya çıkıyor. Beynin işlerliğini sekteye uğratan onca problemi ortaya döken Schacter'ın verilerini bu bağlamda da değerlendiriyorum; bireyin ve toplumun birbirini dönüştürebileceği onca enstrümanın tamamen sağlıklı yapılar ortaya çıkaramayacağı malum, zihindeki bir devrenin iptal olup uçan pastalar görmeye neden olması genetikten toplumsal baskıya kadar pek çok etkenin sonucu olarak ortaya çıkabilir.

Schacter, incelediği aksamaları arka arkaya dizerken pek çok sanat eserinden de faydalanıyor; resimlerle, romanlarla ve şiirlerle dolu bir inceleme bu. Bir noktaya kadar böyle, anıların ve belleğin doğası incelendikçe terimlerle dolu bir dünyaya giriyoruz, sanatla etkileşimli olan bölümler bitiyor ve bilimsel çıkarsamaların, laboratuvarda yapılan deneylerin, kontrol gruplarının arasında kalıyoruz. Eugenio Borgnia'nın metinlerine benzer bir şekilde başlayan metin, bir süre sonra bilim adamlarının deneylerinden elde ettikleri verilerle doluyor. Bu bir anlamda iyi, mevzunun pek dağıtılmadığını gösteriyor. Kötü olan kısmı, belleğin yol açtığı "problemlerin" hikâyeleri yerini "sağlıklı" bir beynin onca bölümünün dökümüne bırakınca insanın nörolog olasının gelmesi. Elbette tam olarak ne olup bittiğini anlamaya ihtiyaç var ama denge tam olarak kurulamamış gibi sanki, Proust'un dünyasından amigdalanın derinliklerine yapılan uzun yolculuk oldukça afallatıcı.

Schacter'ın incelemesinde belleğin geri getirdiği verilerin gerçeklikle -bunu her yazışımda tedirgin oluyorum, anlamını bilmediğim, başka bir dildeki bir sözcüğü kullanıyormuşum gibi- uyuşmamasının türleri mevcut. Öncelikle beynin işleyişini ve belleğin kuruluşunu anlatıyor, sonrasında farklı amnezi türleri, psikotik meselelere girişiyor. Proust'un bir madlen yardımıyla geri getirdiği geçmişin tamamını hatırlamaya çalışmasını duyularla kurulan belleğin gücünü göstermek için kullanıyor, bu kurulumun Nazi ölüm kamplarındaki kolektif hatırlamalarla bağlantısını gösteriyor, böyle pek çok parçayı birbirine bağlıyor. Semantik bellekle işlevsel belleğin farkları ve birbirlerini etkileme biçimleri de oldukça ilginç. Bir de gerçekten büyük bir soru işaretinin ortadan kaldırıldığı bölümler var, benim için bir tanesi geçmişin her an yeniden kurulup kurulmadığıydı, daha doğrusu bunun bilimsel karşılığıydı. Yapılan deneylerden biri gösteriyor ki gerçekten de şimdinin çeşitlemeleri geçmişi de çeşitliyor, bir anıyı geri getirmek sadece o zamanın hatırlanmasıyla değil, yaşanan şimdiyle de ilgili.

Bazı hikâyelere beyinle ilgili olan başka incelemelerde de rastlamıştım, yine de Schacter'ın kendi hastaları ve bilim adamı arkadaşlarının anlattıkları vakalar oldukça ilginç. Bellek tam bir lanet, insanın tıpkıbasımı, savunma mekanizmaları olmasa tam bir cellat. Bir yandan da, sanki bize geçilen bir kıyak. Yol açtığı bütün acılar kendisinden doğsa da bildiğimiz şekliyle yaşam da kendisinden doğduğu için ona tutunmak zorundayız, onunla devam etmek zorundayız, bazen ona rağmen.

Düşünmenin, anımsamanın, belleğin kendini koruma şekli olduğu geçiyordu bir yerde, Schacter belleğin taktiklerini, kendini korumak için insanı parça parça edebildiğini anlatıyor bir anlamda. Şahane bir inceleme.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder