15 Eylül 2018 Cumartesi

David Shields - Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto

"Kelimelerin sahibi kim? Müziğe ve kültürün geri kalanına sahip olan kim? Biziz, hepimiz, ama birçoğumuz bunun farkında değiliz. Gerçekliğin telif hakkı alınamaz." (s. 288)

Yayınevinin avukatları Shields'a alıntıların kaynağını yazması gerektiğini söylemişler, Shields zorla yazmış, en sona eklemiş. Yüzlerce alıntı, ayırt edebildikleri mezar taşları gibi dizilmiş, en sonda. Metnin içinde yaşıyorlar, kaynakçada ölüler. Horatius'tan Breton'a gerçeklik tanımları yapılagelmiş, sanatın ne olup ne olmadığı tartışılmış, aynı şey. Gerçeklik olarak görülenler sanatın içine nasıl sokulabilir, nasıl sokuşturulabilir, bir forma ite kaka nasıl sıkıştırılabilir, bunun arayışında koca koca manifestolar çıkmış ortaya, bir pirinç tanesinin üzerine dünyalar çizilmiş, resimlerin yer aldığı çerçeveler başlı başına bir eser olarak değerlendirilmiş, türler birbirine karışmış ki daha en başta ayrılmaları gerçeklikten bir kopmaymış, sanata dair pek çok şey olurmuş ve olmaya devam edermiş. Miri malı çalıyorum, zaten çalmıştım, üfürdüğüm birkaç öyküde bir ondan, bir bundan bahsetmiştim, en sona da uydurma fotoğraflar ekleyip gerçeği maniple etmiştim, bozuk bir gerçekliği -tekil bir "ben"in gerçeği gerçek midir, bir gerçeğin gerçek olduğunun bilinmesi için en az kaç kişi gerekir, kişi mi gerekir, bunlar cevaplanmayası sorulardır, çünkü bunların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur, gerçeğin kendinden başka bir şahidi de yoktur, o ulaşamayacağımız bir yerde durur, üzerimize düşen gölgesidir ve halk arasında bu gölgeye kurmaca denir- açık etmiştim ve kendi bilincimi sökmüştüm, bilinçsöküm, düşündüğüm hiçbir şey bana ait olmadığı için isim curcunası ortalığı toz duman etmişti, Gospodinov ünlü romanların ilk cümlelerinden bir metin yaratmayı düşündüğünde birkaç yüz kilometre ötede adamın biri aynı şeyi düşünüyordu, belki başka gezegenlerde de aynı şey düşünülüyordu, bir gezegen bir diğerinin kopyasıydı ama çok uzakta olduğu için bunun farkına varmıyordu kimse, aynı şeyler tekrarlanıp duruyordu ve tekrardan "yeni" türüyordu, fark ve tekrar bir yerden bir yere götürüyordu ama adımlar hep aynı izlerin üzerinde beliriyordu, bir resim gördüğümde başka bir resme benzetiyordum, bir anlatı bir diğerinden çok da uzağa düşmüyordu, dağıldığı sanılan onca şey tek bir noktaya farklı açılardan tutulan aynaların kırışıydı. Kırışmamak dahi kırılmamak gerekiyordu, ham bir malzemeye doğru çekiliyordu sanat, bilincimi izlerken anlatıyı biçime sokuyor, hamlığı görmüyordum, beklenmedikliğin ve hataların güzelliği örtülüydü, günümüzün sanatı bu öz-biçimi dışlıyor, marjinalleştiriyordu. Ne olmalıydı, kalıbına uygun. Okurun okuduğunu daha en baştan oyun olarak görmesi gerekiyordu, yazarla okur arasındaki sözsüz, yazısız anlaşma saçmalığı her daim geçerli olmalıydı, yazar okura, "Ben numara yapıyorum, sana hikâye anlatıyorum, sen de yiyorsun, tamam mı?" diyordu ve okur da kabul ediyordu bunu. Bu artık ölü bir anlaşmadır, tedavülden kalkmıştır, çünkü bunun içinde gerçeklik hiçbir boyutuyla yer almamaktadır. Kurmacaya gerçekliğin belli bir ölçüde aktarılması da bu saçmalığın sürmesi için yeterli değildir artık, otobiyografinin bile kurmaca olarak kabul edilmesi gerekir. İçinde sözcüklerin bulunduğu her şey kurmacadır. İçinde harflerin bulunduğu her şey kurmacadır. İçinde boyanın, çizginin, edimin, belleğin bulunduğu her şey kurmacadır. Gerçek diye bir şey yoktur, belki başka bir zamanda, başka bir yerde mevcuttur ama burada değil. Sayfalarda değil, şövalelerde değil, imgelerde zaten değil. Her şey birbirinin o kadar kopyasıdır ki gerçeklik hiper, über, meta, kuta, pata, küte olarak sonsuz parçaya bölünüp kaybolmuştur, belki gelenek adını alarak kopyaların, (ç)alıntıların arasında sürüne sürüne yaşamaya çalışmaktadır ama bu da mümkün değil. Mümkün olanı düşünelim. İncil, İlyada ve benzeri metinler gerçek olarak algılandı. Tanrılar, Tanrı, peygamberler, her şey gerçekti ve anlatılmıştı, gerçekten başka anlatılmaya değer bir şey yoktu. O halde bir tür kutsallık illüzyonu yaratılmalıdır ki gerçeklik üretilebilsin gerçeklik yoksa da bir tane icat edilmesi gerekir, her çağ kendi gerçekliğini icat etmelidir, romanın icadının üzerinden o kadar uzun bir zaman geçti ki yazar-okur anlaşmasının bayatladığı dümdüz, klasik anlatıların leş kokusundan anlaşılabiliyor. İmgeler yetmiyor, her şeyin gerçekten yaşandığının söylenmesi bile yetmiyor, estetik bir hazzın minicik bir parçası dışında hiçbir şey yok bunlarda. Bireyin yükselişi romanla birlikte başladı ve çoktan bitmesine rağmen hâlâ sürüyormuş gibi gözüküyor, oysa göğün yedinci katında, kulenin en tepesinden görülen yıldızlar boyalı bir tavandan fazlası değil.

Karmaşanın merkezinde bir noktanın hikâyesinden daha çekici bir şey yok, benim hayatımın hikâyesi dışında hiçbir şey yazılmamalı, anlatılmamalı. Sadece kendi kurmacalığımdan emin olabilirim ve bunu kendime gerçek diye yutturabilirim. Klasik anlatının kukla karakterlerinin hiçbir inandırıcılığı yok, anlatım biçimlerinin hiçbir inandırıcılığı yok, yaşam dümdüz ilerlemediği için bir yerde başlayıp bir yerde biten anlatılar insanı aptal yerine koymaktan başka ne yapıyor? Gerçek bunun içinde değil. Kurmaca yazmadığını iddia edip istediklerini yapanların yarattığı tekinsiz bir zemin var, büyük bir boşluk, belirsizlik. Şimdinin gerçekliği yaratılmışsa eğer, bundan daha iyi değildir. Hiçbir şeyden emin değilsem, çağımın dünyası bütün inançları, erdemi, sevgiyi alaşağı ettiyse, korkunç bir uğultuya, kakofoniye katlanıyorsam bu belirsizliğin yapışkan doğası yüzünden. Türler bu belirsizlikte kayboluyor, tiyatroyla şiir arasındaki sınırların kalkması rahatlatıcı geliyor, ne izlediğimi, ne okuduğumu bilmemek, anlayamamak, düşünmemek müthiş bir rahatlık sağlıyor, yaşadığımı hissediyorum. Yetmeyince kendi belirsizliğimi yaratıyorum. İkinci dosyayı da gönderdim, utancım geçerse basılacak. En başta kendimi, sonra sırasıyla yakınlarımı mahvettim. Tabii ki her şey kurmaca. Tabii ki. Telif hakkı birilerinde, kimde olduğunu bilmiyorum. Bende sanırım. Kendime telifliyim.

Duruldum. Shields'ı Baran okuyordu, ondan gördüm de okudum. Kendimi yazar olarak ilk kez kurduğumu hissettim, Shields'ın söyledikleri pek önemli. Mesela şu sözü göğsüme bir madalyonmuş gibi asmak istedim: "Önemli olan, yazara ne olduğu değildir, yazarın olanlardan çıkarabildiği geniş anlamdır." (s. 63)

Kurmaca-gerçeklik ilişkisinin parçalı doğası, mis.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder