17 Eylül 2018 Pazartesi

James Hogg - Bağışlanmış Bir Günahkârın Özel Anıları ve İtirafları

Bende 6:45'ten çıkan ilk -ve sanırım tek- baskısı var, Ekşi Sözlük'ten okuduğuma göre İletişim yakın zamanda yeniden basacakmış.

Marina MacKay'in Roman Nedir? nam, romanın ne olduğunu anlattığı incelemesini okurken denk geliyorum ve on yıldır aynı yerde duran kitabı elime alıyorum, bunu okumadan incelemeye devam edemeyecektim. Okudum. On yıl beni bekledikten sonra. Zamanı hiç gelmeyecek onca kitaba bakınca bende olmalarına rağmen bir başkasının zamanını beklediklerine inandım. Hepsini okuyamayacağım, ölümümden sonra dağılacaklar ve canlanacaklar. Şu an ölüler.

MacKay, "bulunmuş elyazması" olarak adlandırıyor mevzuyu. Otranto Şatosu'yla başlayan gotik geleneğin temellerinden olan bu tekniğe pek çok metinde rastlamak mümkün, Poe'nun öykülerinden Cthulhu Mitosu Öyküleri'ndeki örneğine kadar pek çok öykünün temelini oluşturuyor. Hogg'un metnine bakarsak erken dönem kullanımlarından biriyle karşılaşırız. Hogg, bir intihar vakasını anlattığı mektubunun yayımlanmasından sonra -gerçekten basılmış bu mektup, bir bölümü metinde yer alıyor- kendisine başvuran birkaç adama doğrudan yardım etmez, mezarın açılması aşamasında olaya dahil olmaz ama elyazmasının bulunmasını sağlar; kemiklerin ve çürümüş kıyafetlerin arasında malum elyazması bulunur ve asıl metin böylece ortaya çıkar. Editörün yorumları ve kendi yaşantısı birkaç yan anlatı oluşturur, böylece çok katmanlı bir metin ortaya çıkar. İşin ilgi çeken noktası, anlatıdaki karakterlerden Hogg'un bizzat kendisine kadar hemen hiç kimsenin güvenilir bir anlatıcı olmaması. O kadar çok yan hikâye ve yorum vardır ki her bir bakış açısı anlatıyı derinleştirdiği gibi gerçekliğinden şüphe ettirir. İşin gerçeklik boyutunu Hogg'un mektubuyla temelleniyor ama bu mektubun da bir oyun olup olmadığını bilmiyoruz, sadece gerçeği içerdiği şüpheli. Hogg'un zaten "güvenilmez bir sanatçı" olduğu söyleniyor, kendisi Wordsworth gibi adamlarla düşüp kalkmaktan ve çiftliğinde kısmen yalıtılmış bir biçimde sürdürdüğü yaşamından ötürü pek de tekin olmayan biri olarak görülüyor. İşin gerçeklik boyutu kurmacaya karışır karışmaz yazar ve eser de birlikte ele alınıyor ister istemez. Aslında basit bir olay; bir cinayetin izi sürülüyor ama karakterlerin satır aralarında kendileriyle ilgili verdikleri bilgiler ve eylemleri, basit bir kurmacayı içinden çıkılmaz bir hale getiriyor, anlatı katmanlarının takibini zorlaştırıyor ve gerçekle kurmacanın ne olduğunu sorgulatıyor. Belki de Hogg'un başarısı burada yatıyor, kurmacanın var olmadığına inandırmak. Şeytan'ın kendi varlığını inkar ettirmesi gibi.

Çevirmenin Önsözü bölümünde Işıl Erçin güzelce özetliyor konuyu. Eser 1824'te basılıyor, sonrasında birkaç baskısı daha yapılıyor. İlk baskıda Hogg'un adı yok, Kalvincileri kızdıracağını düşündüğü için adını gizlemiş. Kalvinizm, "olacakların önceden takdiri" ve "seçilmiş kulların günahtan muaf olmaları" gibi nitelikler taşıyan bir mezhep, Hogg'un kıyasıya eleştirdiği ve esas oğlanlardan birkaçı üzerinden çarpıklığını anlattığı bu mezhep o zamanlar giderek güçleniyor, farklı inançların yayılma alanında genişçe bir yer kaplıyor. Özgür iradenin yadsınması, günahların seçilmişleri etkilememesi gibi olgular sınırsız bir kötülüğe yol açabilir, Hogg bunu gösteriyor. Esas adamımız Robert Wringhim nam püriten kardeşin yediği naneler bu iki olgu üzerinden şekilleniyor. Dinî altyapı bu. İddialara göre Hogg bu metni başka birine düzelttirmiş, diğer metinlerinin basitliği böyle bir kuşkuya yol açmış. Romandaki olaylar 1687 ve 1712 yılları arasında geçiyor, Kalvinistlerle Katolikler arasındaki mücadelenin hız kazandığı "çalkantılı zamanlar". Metnin planını bu çalkantılı, şiddet dolu zamanlar oluşturuyor, belki de tekinsizliği sağlayan en önemli etken budur.

Editörün Anlatısı bölümünde olaylara şahit olan insanların insanların yaşadıklarını ve şahit oldukları olaylar üzerine yaptıkları yorumları görürüz, hikâye bu bölümde doğar. George Colwan adlı toprak sahibi, komşularının "soytarı ve kayıtsız bir adam" olarak andıkları biri. Reformculara öfkeyle yaklaştığı söylenebilir, inancının zayıf olduğu da söylenebilir. Lady Dalcastle'la evleniyor, görebileceği en püriten kadınla. Laird adlı bir çocukları oluyor ama evlilikleri yolunda gitmiyor, en baştan itibaren fikir ayrılıkları can sıkıcı boyutta, hatta kadın bir noktadan sonra yaşam alanlarını ayırıp malikanenin ayrı bir bölümünde yaşamaya başlıyor. Babasından yediği dayak da cabası; katı bir yargıç olan baba, kızına zarar veren damadına yaptırım uygulamak yerine kızını dövüyor, damadı cezalandırıyor böylece. Neyse, Rahip Wringhim ortaya çıkıyor ve Lady Dalcastle'ın zor günlerindeki en büyük yardımcısı oluyor, George'la pek de hoş sonlanmayan bir konuşma yapıyor ve durumun umutsuz olduğunu görüyor. Kendisinin Robert Wringhim'in babası olduğunu sanıyoruz, pek çok noktada olduğu gibi metin bu noktada da kapalı, yoruma açık. Robert adlı evlat katı bir dindar olarak yetişiyor, kardeşinin -üvey kardeşi de olabilir tabii- ve babasının dinsizliğine tilt oluyor, Laird ve arkadaşlarıyla problemler yaşıyor, hapse giriyor, dayak yiyor, bir sürü şey. Bu sırada George, uşağı dahil pek çok insanla bağları koparıyor, adamın dinsizliğine dayanamıyorlar.

İki kadın anlatıya dahil oluyor, ailenin etrafındakiler. Şeytan olduğu düşünülen varlık ilk kez ortaya çıkıyor, kadınların anlattıklarına göre. Laird'ın öldürülmesinde bu şeytani varlığın payı var. Laird'ın kafayı giderek yiyişine Rahip Wringhim, Lady Dalcastle ve bu iki kadın yakından şahit olur, Laird "melek" olarak gördüğü yeni arkadaşından bahseder ve Rahip bu varlığın şeytan olduğundan şüphelenir ama Robert'ın aklı tutulmuştur bir kere, ilahi sapkınlığı gerçeği görmesini engeller. Varlık da engeller tabii. Varlığa adam diyeyim; adam herkesin kılığına bürünebilmektedir ve düşünceleri kopyalayabilmektedir. Kendisinin kim olduğunu gizler, Robert'ın aşırı yorumlarını kendine kimlik olarak benimser. Rus Çarı'dır Robert'a göre, insanlığın kurtuluşu için kendi topraklarından çok uzaklarda, bitmez bir uğraş vermektedir. Robert giderek yoldan çıkarken adamın kötülüğünden şüphelense de evi yakılana, hatta mezara girene kadar olup bitenin farkına varamayacaktır.

Kadınların anlatısı bittikten sonra asıl bölüm olan Robert'ın anlatısı başlar. Aynı olaylar ilk kaynağın ağzından anlatılır, kahramanımızın yavaş yavaş delirmesini izleriz. Sonrasında editör tekrar lafa girer, Hogg'un mektubundan bir bölümü paylaşır, intihar eden adamın -Robert olduğuna inanıyoruz, inanıyor muyuz veya inanmıyoruz- mezarını açar, elyazmasını bulur. Kabaca budur. İnce noktaya gelirsek, ilk bölümdeki kadınların gerçekleri ayrı ayrı çarpıttıkları şüphesi, şüphe izleği metin boyunca yakamızı bırakmaz. Duyular yoluyla edinilen gerçekliğin mutlak olduğunu söyleyen kadın, soruşturma sırasında yanlış bilgi verir. Duyuların gerçeği maniple ettiği ortadadır. Sonrasında Robert'ın yalan söyleme alışkanlığına sahip olduğunu öğreniriz, çocukluğuna dair bir olgudur bu. Öyle midir acaba, yalancılığı çocukluğuyla mı sınırlıdır? Editörün olayları farklı anlattığı düşünülebilir, Hogg'un metnin neresinde olduğu zaten tartışmaya açıktır, mektubunun kurmaca olma ihtimali var. Kısacası en kurulmuş karakterden Hogg'un kendisine kadar güvenilmeyecek pek çok şahsiyetin ortasında, kafası karışmış bir okur olarak kör topal ilerlemeye çalışıyoruz. Neye inanacağımız bize kalmış. Robert bile şeytani varlığın kendisinin bir parçası olduğunu düşünür bir noktada, varlık sanki bölünmüş kişiliğinin öbür yarısıdır. MacKay, bu meselenin Jekyll ve Hyde'ı öncelediğini söyler.

Güvenilmez anlatıcının, anlatıcıların cirit attığı bir anlatı. Türe sıkı bir katkı. Mutlaka okunmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder