24 Ekim 2018 Çarşamba

Anil Ananthaswamy - Ya Ben Yoksam? - Kendiliğin Labirentinde Bir Gezinti

Alt başlık aslında "kendiliğin garip ve yeni bilimselliğinin soruşturmaları" gibi bir şey. Metinler yeni, eski araştırmaları okumuyoruz. 2015'teki bilimsel gelişmelerden yola çıkarak eski vakalar inceleniyor, yepyeni vakalar inceleniyor, güncellenmemiş meseleler yok. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, bir yerde dünyanın en garip vakası olduğu anlatılan, beyin ameliyatı olduktan sonra her günü aynı günmüş gibi yaşayan -bu konuyu ele alan benim bildiğim iki film yapıldı sonra- adamın kısa süre önce öldüğünü ve beyninin incelendiğini öğreniyoruz mesela, araştırmalar kendilik algısıyla ilgili çoğu soru işaretini ortadan kaldırmış ve beynin çalışma prensipleri biraz daha aydınlanmış. Tabii henüz erken, içeride ne olup bittiği hâlâ tam olarak bilinmiyor ama yavaş yavaş anlaşılıyor.

Beyin bilinci yaratıyor, Descartes'ın düalizmi bilimsel gelişmelerle geçersizleşiyor, insanlar yaşamadıklarını iddia ediyorlar, Budistler bedenin olmadığını öne sürüyorlar, bu kitapta bir sürü şey oluyor. Kendilik algısının metafiziksel boyutları bilime yol gösterebiliyor, bilim kadim öğretilerin sezgisel çıkarımlarını gerçeğe dönüştürüyor. Bellek ve bilinç sürüp gidiyor, bütün çarpıklıklarına rağmen.

Benliğin var olması için gereken "ben"i kurma, bozma ve söküp takma biçimlerimiz inceleniyor, Ananthaswamy -bundan böyle Wamy olarak geçecek- gerek birebir şahit olduğu, gerek şahitleriyle konuştuğu vakaları ele alıyor ve her bir vaka üzerinden bilinç bozukluklarının farklı yönlerini, bilimsel gelişmelerle birlikte kazandıkları boyutları inceliyor. Beynin bir bölgesinde gerçekleşen arızanın aslında pek çok zihinsel aksamanın sebebi olup olamayacağı sorgulanırken işin gündelik yaşama yansıma biçimleriyle de "ben"le yaşamak zorunda olan insanların hapsedildikleri çarpık yaşamları görüyoruz, gerçi bu çarpıklığın biyoiktidardan doğup doğmadığını düşünüyor insan. Beden algımızın sürdürülebilirliği bedenimizi işler tutmaya programlı bir sistem için çok önemli, temel parça hatta, bu yüzden PKD'nin Alfa Ayının Kabileleri metnini akılda tutarak pek çok "hastalığın" aslında hastalık olarak görülmeyebileceği fikrini de akla getirebiliriz. Bu durumda ölçüt, hastalıkla birlikte yaşayan insanın görüşlerinden çıkarılabilir, hatta böyle olması gerekir, örneğin anlatılan vakalardan birinde rahatsızlığını "kabul eden" ve yaşamını bu hastalıkla birlikte sürdürmeye karar veren adam için kişiliğin parçası haline gelen bir durum var, toplumsal normların dışında bir normallik bu. Beynin ıslahı belirli koşulların yerine getirildiği durumlarda ortaya çıkmıyor ama insan, bacağının kendisine ait olmadığını hissedince hastaneye kapatılabiliyor. Düşünülmesi gereken bir durum; eğer bacağımdan kurtulup yaşam kalitemi yükselteceksem, gerçekten yaşadığımı hissedeceksem, daha da önemlisi bunu hiçbir "tedavi" ortadan kaldıramayacaksa, o zaman deli olduğumu kim iddia edebilir?

Zenon'un bir paradoksu veya sağlam sallıyorum, şu bütün parçaları değişen gemi. En küçük parçasına kadar yenilenen bir geminin aynı gemi olduğu söylenebilir mi? Bu geminin bir benzeri Önsöz'de geçiyor, insan bedeni olarak. MÖ 150-250 arasına tarihlenen bir Budist metninde bütün organları değişen bir adamdan bahsediliyor. Adamın bir parçası canavarlarca yeniyor, sonra yanı başındaki cesetten parçalar koparılıp adama takılıyor. Adam aynı adam mıdır? Aynıysa aynılığını sadece bilinci mi sağlar? Aynı değilse bu sadece bilincinin ürettiği bir fikir midir? Ben kimim? "Ben" kimdir? Yok olduğunu söyleyen bir zihin sadece bedenin varlığıyla yenilgiye uğratılabilir mi? Bedenle akıl arasında Kartezyen bir ayrımdan bahsetmek mümkün mü, onca nörolojik buluştan sonra? Genelde bu sorular ele alınıyor, ilginç vakalar üzerinden. Bunu sabah dedim, şimdi de diyorum ve Yaşayan Ölüler bölümüne geçiyorum. Camus'den bir alıntıyla başlıyor; kendiliği ele geçirmeye, tanımlamaya ve özetlemeye kalkmak onun parmaklar arasından süzülüp giden suya benzetir. Kendilik, üzerine düşünülemeyecek bir düşüncenin ta kendisidir, zaten bir düşünce olarak oradadır, sayısız parçadan oluşmuştur ve bu parçaların çok azı takip edilebilir, sorulursa bilinmez, sorulmazsa bilinir. Bu bölümde sorulana cevap verilmesi durumu var, üstelik ölü bir kendiliğin cevaplarıyla karşılaşıyoruz. Vaktinin önemli bir kısmını mezarlıklarda geçiren "ölü" insanlar yaşamadıklarını, bilinçlerinin öldüğünü düşünüyorlar. Cotard sendromu deniyor buna, nadiren rastlanan bir bozukluk. Kişinin varlığıyla ilgili hissettiği kaygılardan doğan, toplumsaldan zihinsele pek çok kaynağı olan bu bozukluğun kendiliğin doğası hakkında çok şey söylediğini düşünüyor Wamy, Wittgenstein'ın öznel kendilik hakkındaki görüşlerine ulaşıyor. Dünyanın düz olduğu iddiası, bu iddianın doğruluğundan veya yanlışlığından önce özneye göndermede bulunur, bu durumda cevap değil, soruyu soranın niteliği önem kazanır. Kendiliğin farkına varılan anlardan biridir bu, sadece soru sorulan an değil, herhangi bir farkındalık anı, yaşanılan bir duygunun düşünüldüğü an, kendiliğin ortaya çıktığı veya kaybolduğu andır. Mutlu olduğunu düşünen birinin mutluluğu o an eskitmesi gibi bir durum. Varlığın sorgulanması da benzer bir şekilde varlığı eskitir, hatta ortadan kaldırabilir, böylece insanlar ölü olduklarını düşünebilirler. Anlatıcı veya otobiyografik kendilik bizi bir arada tutan hikâyelerimizi oluşturmaya yarar, ortadan kaybolduklarında hikâyemiz, benliğimiz de kaybolur. Bazı parçalarımız son derece sağlamdır, gündelik yaşantıyı sürdürmemizde onlara yaslanırız ama kaybolan parçaların yoksunluğu ortaya çıkınca rahatsızlığı fark etmeyebiliriz, "vücut bütünlüğüne ilişkin kimlik bozukluğu" denmiş buna. İncelenen birkaç rahatsızlık bu temele yerleşiyor.

Hikâyemizin Dağılışı. Her şeyi bir arada tutmaya çalışmak çok zor, sırf kronolojik seyir bile öyle zahmetli ki her akşam yaşadığım yorgunluktan kurtulmak için bir ara doktora gittim, yazdığı ilacı kullandım. Nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum, bilincim betonlaştı. İlacı bıraktım, kendimi bir bütün halinde tutabilmek için bazı parçalarımı feda ediyormuşum gibi geliyordu çünkü. Şimdi mutsuzluğumla mutluyum, olan tam olarak bu galiba. Eksik de olsa kendi hikâyemi biliyorum, gerçek olması gerekmiyor, ki yeterince depersonalizasyon, neydi o söz, insanı asla yapmayacağını söylediği şeylerin baş rolüne yerleştiriveriyor. Bu aslında oldukça ilginç, öztemsil konusunda anılarımızın işlerliğinin önemli olduğunu söylüyor Wamy. "Öztemsil sistemimiz iyi çalışıyorsa, epizodik anılarımız durmaksızın anlamsal anılara dönüştürülerek, bizi biz yapan şeyin özünü yaratır." (s. 55) Anlamı yitirdiğimiz noktada, olayları birbirine bağlayamadığımız an epizodik, görüngüsel anılar kaydedilmiyor, lineer akışın kaynakları kuruyor, insan bir noktaya nasıl geldiğini anlayamaz hale geliyor. Farklı biçimleri mevcut, Alzheimer bunun bir boyutu. Kendimiz hakkında yeni bir fikrimiz olmuyorsa, kendimizi güncelleyemiyorsak aynı anlatıcı kendiliğimize mahkum oluyoruz. Wamy'ye göre bu bozukluğu aşabilmek için Descartes'ın mirasını tamamen bir kenara bırakmalıyız. Beynin fizyolojik durumundan zihinsel aktiviteleri yorumlayabilir hale gelip yeni tedaviler keşfedebiliriz. Başka bir yaşam düzeyine geçebiliriz o zaman, aksadığı düşünülen yanlarımızı iyileştirebiliriz. Bütün bunların yanında bir ihtimal daha var, o da olduğumuz gibi olmak. Budur belki; olması gereken bir "doppelgänger" yaratmaksa, kendine yabancılaşmaysa, kısacası bilincin savunma mekanizması olarak yaratmış olabileceği anormal parçaların varlığıysa, o halde kendiliğin bir parçasıdır bunlar, kendiliği yaratabilirler ve budur kendilik, herkesinki gibi değil, bambaşka bir şey.

Hikâyeleriyle, hikâyeleri çözümleme ve çözümleyememe yollarıyla yaşananı ve yaşanabileceği ele alıyor Wamy. Çok ince bir buzun üzerinde yürüyoruz, o kadar ince ki çatlama seslerini duyar duymaz ödümüz kopuyor, her an düşebiliriz ama yürümeye devam ediyoruz. Belki ölüm de bilincin bir savunma mekanizmasıdır, bedenin kontrolünün yitirilmemesi için, bilinci yok edecek yeterli çürümeden/bozulmadan önce son bir tedavi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder