27 Aralık 2012 Perşembe

Chuck Palahniuk - Dövüş Kulübü

Filmi izleyeli de kaç zaman oldu, elime geldi bu raf düzenlerken. Filmle olmaz o işler, kitabını okuyacaksın. Kitabını okumadan önce filmi izleyeli bayağı olacak, yoksa Tyler gözünde canlanırken Brad Pitt'miş gibi canlanır, film seni yönlendirmiş olur, bok olur. Benim gözümde adam Guile gibi canlandı. Ben çocukken Street Fighter oynardım bayağı.

Kaosun tam ortasına düşüyor okuyucu. 10 dakika sonra havaya uçacak bir binanın en tepesinde kafaya dayanmış bir silah, "Ölmeden yaşayamayız," gibi, "Bu aslında ölüm değil," gibi felsefik gibi şeyler söyleyen Tyler isminde bir adam, susturucu ve bomba yapım teknikleri, havaya uçmak, silah, Marla.

Kurgu zamanında bir ileri, bir geri gidiyoruz, o yüzden sallamadan okumak gerekiyor. Bu kaostan sonra anlatıcımızı bir şişkoya sarılırken görüyoruz. Bob. Testis tedavisi yüzünden memeleri çıkmış ve iyi hissetmek için hastalığının toplantılarına gidiyor. Romanın çözümüne dair ilk ipucu burada geliyor: "O koca ıslak surat yüzümün üstüne kapanıyor ve ben içeride kayboluyorum. İşte o zaman ben de ağlıyorum. O sarmalayıcı karanlıkta, başka birinin kolları arasına hapsolmuşken, hayatta elde edebileceğiniz her şeyin sonunda çöpe 
gideceğini anladığınız zaman ağlamak çok kolaydır." (s. 17) Böylece bu tip terapilere gelme sebebi olan uyku sorunu da bir süreliğine atlatılmış oluyor. Yaşamak için yeterince makul.

Marla Singer'ı bu toplantılarda tanıyor anlatıcı. İkisi de çeşitli destek gruplarına gidiyor. Akciğer kanseri, bağırsak kanseri, bilmem ne bir şeyi, buralarda karşılaşıyorlar ve anlatıcının uykusuzluğu geri dönüyor, kendisi gibi biri daha var çünkü ve birbirlerinin oraya geldikleri zamanki mutluluğunu yok ediyorlar. Suçluluk duygusu. İki yıldan sonra uykusuzluğa dönüş büyük bir sıkıntı, bu sebeple Tyler ortaya çıkıyor. Ya da Tyler ortaya çıktığı için uykusuzluk ortaya çıkıyor. Filmi bilmiyormuş gibi yapalım, daha hiçbir şeyden haberimiz yok.

Anlatıcımızın işi ürün iptali koordinatörlüğü. Adından anlaşıldığı üzere çok kral bir iş. Evini süper eşyalarla döşemesinden de belliydi. Evinin havaya uçmasından da. Gerçi bu, ortada bir sıkıntı olduğunu gösteriyor ama oraya daha gelmeyelim. Üçüncü bölümde anlatıcının işiyle Tyler'ın işi birlikte anlatılır. Burada güzel bir hadise var, şimdi tekrar göz gezdirirken çaktım. Anlatıcı, "Uyanırsın, SeaTac," diyor, "Uyanırsın, Willow Run," diyor mesela. Hep böyle diyor. İşi gereği çok seyahat ediyor, içinde hep aynı şeylerin olduğu hep aynı çantayı götürüyor yanında. Diğer yanda Tyler'ın sinema makinisti olduğundan bahsediyor. Hep aynı makaraların takılması, çıkarılması, aynı filmi tekrar tekrar izlemek zorunda kalmak mesela, Tyler'la anlatıcının arasındaki ilişkiyi ortaya koyan ince bir detay.

Anlatıcının işten eve döndüğü bir gün. Sokağa bir şeyler saçılmış. Evi havaya uçmuş çünkü. Burada bir eşya dökümü var. Pahalı eşyalar. Anlatıcının hayatı olmuş eşyalar. Her birinin nasıl havaya uçtuğunu, parçalandığını görüyoruz. Binanın kapıcısı anlatıcıya, "Eğer ne istediğini bilmezsen bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş," diyor. Anlatıcı demeyeyim de mesela Hüsnü diyeyim. Hüsnü Tyler'ı arıyor, buluşup bir şeyler içiyorlar. Tyler, Hüsnü'ye gel bende kal ama bir şartım var gibi bir şey söylüyor. Her şeyin başladığı yer şurası:

"Orada, barın birinde, sarhoş kafayla, kimse bize bakmazken ve baksa bile umursamayacakken, Tyler'a benden ne istediğini soruyorum.
Tyler diyor ki: 'Bana bütün gücünle vurmanı istiyorum.'" (s. 47)

Bir sonraki bölüm. Hüsnü işte. Ağzına kan tadı geliyor, yüzünde dikişler var, yaptığı sunumu patronu devralıyor. Kusmadan yarım litre kan yutulabileceği bilgisi verildikten sonra anlıyoruz ki kulüp açılmış. Hayırlı olsun. Kulüp hakkında konuşmak yasak, ikinci kural da birincinin aynısı.

"Bir öğle yemeğinde örneğin, masanıza gelen garsonun gözlerinin etrafında dev pandalarınki gibi iki siyah halka vardır. Belki de aynı garsonu, geçen haftanın dövüş kulübünde kafası beton zeminle doksan kiloluk bir depo elemanının dizi arasında ezilirken görmüşsünüzdür; adamın yumrukları etrafındaki bağırtıların arasından duyduğunuz sert, kesik ve kof bir sesle oğlanın burun kemiğine defalarca inerken. Ta ki oğlan, 'Dur,' demeyi becerecek kadar nefesini toplayana ve kan püskürtene kadar." (s. 50)

Zamanında bir çocuk vardı, Kartal'da kendi kulübünü kurmak için internette adam arıyordu. "Gelin dövüşçez rahatliycaz sonra hayatımız daha güzel olcak ben bi depo kiraladım eski bakkal deposu kolili yer de var," falan. İşte bunun başarılı hali, doğal olarak ilk hali oluyor. Bir barın bodrumunda her cumartesi toplanıyorlar, Tyler kuralları söylüyor. Dövüş kulübü hakkında konuşmak yasak, yasak ve eğer ilk gecenizse dövüşmek zorundasınız.

"Beni sorarsanız, ben babamı altı sene kadar tanıdım; ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Benim babam her altı yılda bir yeni bir şehirde yeni bir aile kurar. Buna aile demek ne derece doğru bilmiyorum; yeni bir şube açar demek belki daha uygun.
Dövüş kulübünde gördüğünüz şey, kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkekler kuşağıdır." (s. 51)

Koca bir hasiktir çektim burada. Bundan sonrası biraz özel, isteyen diğer paragrafa atlasın. Kariler, benim babayı ben 6 yaşına kadar bile göremedim, 2 yaşına kadar gördüm, zıplamış evden. Sonra kendi şubesini açtı ama böyle her altı senede bir şube açmadı, o şubede kaldı. Ondan sonra ne oldu bilir misiniz, abiyle anne öyle bir gelecek kaygısına soktular ki beni, kafayı yedim. Baba yok, anne emekli, abi öğrenci. Çalış oğlum, iyi bir okula girmelisin. Çalış oğlum, notların iyi olmalı. Çalış oğlum, çalış oğlum. İşin iyi olmalı oğlum, iyi kazanmalısın oğlum. Eşşeğin siki oğlum. Sizi iyi anlıyorum dövüşçüler, çok iyi anlamıyorum ama iyi anlıyorum.

"Yaşadığınızı hiçbir zaman dövüş kulübünde olduğu gibi hissetmezsiniz. Sizi seyreden onca kişinin ortasında, oradaki tek ışığın altında, öbür çocukla karşı karşıya olduğunuz zaman. Dövüş kulübünde önemli olan, dövüşten yenik ya da galip çıkmak değildir. Dövüş kulübüne ilk kez gelmiş birine bakın, kıçı beyaz bir somun ekmek gibidir. Aynı adama bundan altı ay sonra rastladığınızda, vücudu tahtadan oyulmuşa dönmüştür. Her şeyin altından kalkabileceğine emindir bu adam. Dövüş kulübünde de spor salonlarındaki gibi homurtular ve inlemeler duyulur; ama burada asıl mesele iyi görünmek değildir. İnsanların ağzından kiliselerde olduğu gibi histerik çığlıklar yükselir ve pazar akşamüzeri uyandığınızda kendinizi kurtulmuş hissedersiniz." (s. 53)

Alaeddin/Adam Şenel'in Siyasal Düşünceler Tarihi adlı kitabının ilk bölümünden ilk insanlara dair:

"İnsanın yaşamı, organlarının evriminden çok araçlarının ve bunlarla bağlantılı olan yaşama biçimlerinin gelişmesiyle değişmeye başlamıştır. Gerçekten, zamanımızdan 500 bin yıl kadar önce yaşayan, kalıntıları Neanderthal'da bulunduğu için 'Neanderthal İnsanı' denilirken, daha sonra (ortalama beyin büyüklüklerinin günümüz insanının ortalamasından da büyük oluşuna bakılarak) Homo sapiens'in bir türü sayılıp Homo sapiens neanderthalensis denmeye başlanan canlının görünümü, günümüz insanından farklı ise de, günümüzün insanının iskeleti ile zamanımızdan elli bin yıl önce yaşayan atamız olan Homo sapiens sapiens türünün ilk temsilcisi uzman avcı Kromanyon/Cro-Magnon insanının iskeleti arasında, ancak uzmanların ayrımlayabileceği küçük farklılıklar vardır. Buna karşılık, araçlar ve yaşam biçimleri arasındaki fark çok büyüktür. Ve bu fark toplumsal evrimin ürünüdür. Gerçekten bugün sanayileşmiş ülkelerde üretilen 13 milyon değişik mal ve araç ile yaşam biçimimiz, biyolojik evrimin değil, toplumsal birikimin, toplumsal evrimin ürünüdür. 
(...)
Toplumsal evrim, yetişkinlerin öğrendiklerini, çocukların yeniden öğrenmek zorunda kalmadan taklit edip kendilerine kazandırmalarıyla; daha sonra erginlerin öğrendiklerini görenek, dil, yazı vb. ile gençlere ve sonraki kuşaklara kazandırmaları ile; demek ki deneyim, bilgi birikimi ve bilgi iletişimi ile gerçekleşir." (s. 6-7)

İşte bütün sıkıntı bu iki noktadan doğuyor.

"Her şeyin altından kalkabileceğine emindir bu adam." Bu cümleyi düşünelim. Bir zamanlar, toplayıcılığın da öncesinde neler olduğunu düşünelim. Mağaradaki ateşin sönmemesini sağlama görevini kadınlar üstlendi, çünkü erkekler daha kudretli görünüyordu, daha güçlülerdi ve bir ateş söndüğü zaman onu yakmak için büyük bir zahmet çekiliyordu, erkekse kadına bakma görevine karşılık yardım istiyordu. Bu rol böylece benimsendi. Erkekler avcılık yapmaya başladılar, sonra çok büyük hayvanları avlamak için bir araya geldiler ama bu sürekli bir ortaklık değildi, etten payını alan uzar, yoluna bakardı. Hayvanları öldüren erkek güçlü hissetti, kadınına/kadınlarına bakan erkek güçlü hissetti, kabile döneminde mamuta son darbeyi indiren erkek güçlü hissetti, kabilenin sembolik ödülünü taşıyan erkek güçlü hissetti. İlkel de olsa silah yapan erkek güçlü hissetti ve bu durum, ardışık iki tür arasındaki fiziksel değil, sosyal farkı ortaya çıkardı. Güçlü olan mutlu oluyordu, bunun yanında elde edilecek çok bir şey yoktu. Kadın, silah, ateş. Bunlar yeterliydi. Şimdi durum ne? En başta para. Para kazanmak için çalışmalıyız, yaşamak için değil. Yiyeceğimiz bu paradan gelebilir, lâkin şart değil, birçok yol var yiyecek edinmek için. Para, sonra telefonlar, bilgisayarlar, oyun konsolları, koltuklar, lambalar, perdeler, sandalyeler, masalar, ayakkabılar, küpeler, kolyeler, restoranlar, geziler. Gezmek için vize parası vs. veriyoruz, inanılır gibi değil. İnanılır, çağ bu. Bunca sahip olunması gereken şey var ve sahip olmazsan aşağılanırsın.

"Ay sen onu mu giyiyosun?"
"Telefonun çalıyo, Fransız İhtilali arıyomuş. Pkfmpf."

Sahip olamazsın, çünkü sen hiçbir şey değilsin ve senden beklenenler o kadar fazla ki bir tekini bile yapamayacak kadar beziyorsun. Yapamazsan başarısızsın. Toplumsal evrim budur, atalarımızdan öğrendiklerimiz de budur. Binlerce yıllık toplumsal evrim bu bok çukurunda sona erdi. Şimdilik. İnsanın kendisi de pek bir bok olmadığı için sorun olmadı gerçi, her şey varlığını sürdürüyor ve kimse şikayetçi değil. Öyleyse yarın bir otobüse bomba bırakabiliriz, veya kimseye fark ettirmeden metroda birini itip raylara düşürebiliriz. Biz hapse gireriz, ölenin ardından ağlanır ve her şey yoluna devam eder. Hayırlı olsun.

Kıvılcım ilk dövüşle başlıyor, Tyler'la Hüsnü'nün etrafında bir kalabalık toplanıyor.

"Sanki Tyler'ı değil de, bu dünyada yolunda gitmeyen her şeyi un ufak etme şansını en sonunda yakalamış gibi hissettim kendimi. Kuru temizleyiciden yaka düğmeleri kırılmış olarak dönen gömleklerim. Hesabımın yüz dolar eksiye geçtiğini söyleyen bankam. Bilgisayarımı açarak DOS yürütme komutlarımı kurcalayan patronum. Ve Marla Singer, dayanışma gruplarımı benden çalan kadın." (s. 55)

Bunun ilk izlerini bence çocuklukta bulmak mümkün. Zillere basıp kaçarken, boncuk atan tabancayla birilerine sıkarken, gazete tutuşturup balkondan aşağı atarken (bu biraz ağır oldu gerçi) aynı şeyi çok küçük de olsa hissediyoruz.

Hüsnü, Tyler'a taşınıyor. Üç katlı, bodrumu olan eski bir ev. Çatısı deli gibi akıtıyor, etrafta birkaç depo var ve başka hiçbir şey yok. Marla'yla Tyler yatıyorlar bu arada, Tyler Hüsnü'ye Marla'ya kendisinden bahsetmemesini, yoksa sonsuza kadar kaybolacağını söylüyor. Sonra beraber acayip işlere girip çıkıyorlar, sabun üretiyorlar mesela. Deli para varmış sabun işinde, onu öğreniyoruz. Bir kovulma hadiseleri mesela: "'Kovulmak,' der Tyler, 'herhangi birimizin başına gelebilecek en iyi şey olurdu. Böylece havanda su dövmekten kurtulur ve hayatlarımızla bir şey yapardık.'" (s. 85)

İşlerin boka sarmasıyla sona geliyoruz ister istemez. Hüsnü kardeşimiz kulüple alakalı bir kağıdı işyerinde unutuyor, patron buluyor bunu. Hüsnü patronu tehdit ediyor, bir sürü usulsüz iş yapmışlar ve insanlar bu yüzden ölebilir. Bir araba markasının bir modelinin fren sisteminde küçük bir sorun var ve bu görmezden gelinmiş, yüzlerce insan zaman içinde ölebilir. Böyle şeyler. İnsanlar ölüyor, ölebilir, Hüsnü uçağa binince uçağın düşmesi için dua ediyor ve kafayı yemiyor? Mümkün değil. Kafayı yemese zaten kitap olmazdı.

Bir zaman sonra Tyler evin bodrumu için hesap kitap yapıyor ve buraya bir sürü ranza alıyor. Böylece kulüp elemanlarından ilk ordu da kuruluyor. Üç grup vardı galiba; biri vandallık falan yapıyor, diğerleri de ona benzer şeyler yapıyor. Mesela bir grup kundakçı, bir yerleri havaya uçuruyor. Şehrin en yüksek binasına yanan gülen surat çiziyorlar. Birileri öldürülüyor, böyle şeyler. Arabalı bir bölüm var romanda, yemin ediyorum dehşetten benim ellerim terledi. Okuyun, çok arıza bir bölüm o. Anlayacaksınız zaten.

Örgütlenme dedik, olay şu: "Güçlü kadın ve erkeklerin oluşturduğu bir sınıf var ve bunlar hayatlarını bir şeye feda etmek istiyorlar. Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturuyor. Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar; neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için.
Bizim kuşağımız büyük bir savaş görmedi, büyük bir buhran yaşamadı; ama bizim de bir savaşımız var. Büyük bir ruhani savaş bu. Kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz. Büyük buhran bizim hayatlarımız. Biz ruhani bir buhran geçiriyoruz." (s. 156)

Hüsnü'yle Tyler'ın ilişkisini, sonu anlatmayacağım. İnternette paylaşıla paylaşıla romanın en meşhur olmuş cümleleriyle bitiriyorum ve iyi günler diliyorum. Nitrogliserin için damla damla, unutmayın.

"'Şunu unutma,' diyor Tyler. 'Ezmeye çalıştığın bu insanlar senin muhtaç olduğun herkestir. Biz senin çamaşırlarını yıkayan, yemeğini pişiren ve önüne getiren insanlarız. Senin yatağını biz yapıyoruz. Uykudayken seni biz koruyoruz. Ambulansları biz kullanıyoruz. Telefonlarını biz bağlıyoruz. Bizler ahçıyız, taksi şoförüyüz ve senin hakkında her şeyi biliyoruz. Sigorta bildirimlerini, kredi kartı ödemelerini biz takip ediyoruz. Hayatının her alanını biz denetliyoruz.
Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük; ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza ancak dank ediyor,' diyor Tyler. 'O yüzden bize karşı dikkatli ol.'" (s. 173)

3 yorum:

  1. Enfes bir yazı olmuş. 3 sene önce okumuştum kitabı, filmi birkaç kez izlemiştim. Kabul, o sözleri ben de internette paylaştım. Ama asla yazamadım. Dövüş Kulübü beynimi kurcaladı, kurcaladı, kurcaladı ve kaldı. Yazmaya kalkışmadım, çünkü yeterince iyi anlatamayacağımı düşündüm. Sana da oldu mu bilmiyorum, bir anda her bölümden cümleler istila ediyordu beynimi.

    "Mona Lisa ile kıçımı silmek istiyorum" tarzı bir cümle geçiyordu yanlış hatırlamıyorsam. Evet kültüre karşı bir savaş bu. Zaman zaman "Gerçekleşse nasıl olur?" diye düşündüğüm.

    Söyleyecek çok şey var ama toparlayamıyorum.
    Hem bu işe kalkıştığından, benim cesaret edemediğim, hem de hakkıyla yerine getirdiğinden seni tebrik etmek gerek, kıskançlık hissini de bir kenara bırakarak.

    YanıtlaSil
  2. Her çağı, her toplumu eleştiren bir dünya yazar var. Remarque, Céline, Zweig, Bukowski, Beat dayılar, PKD gibi, Lem gibi uzaycı abiler, kimler kimler. Bizden önceki kuşağı da alarak söylüyorum; bizim kuşağın sıkıntılarını anlatanlar da oldu ama hiç kimse, okuduğum kadarıyla söylüyorum, böylesi genel bir tanı koymayı başaramamıştı. Bence. Kişisel bunaltılar, psikopata bağlayıp adam kesmeler, bilmem neler. Örnek çoktu, bunları yeni anlatım biçimleriyle birleştirenler de vardı, yine de hiçbir okur böyle bir yolculuğa çıkmamıştır, bir yerlerde kendi hayatından da mutlaka geçen.

    Dediğin şey bana da oldu, yazılması gereken o kadar çok şey var ki. Tyler'ın bodrumunda yığınlar dolusu Reader's Digest çıkıyor, anlatıcı bunlara bakıyor ve insan bedenindeki organların birinci tekil şahısta kendilerinden söz ettiği yazıları görüyor.

    "Ben Jane'in Dölyatağıyım"
    "Ben Joe'nun Prostatıyım"
    "Ben Joe'nun Sıkılmış Yumruklarıyım"

    Her biri bir kimlik bölünümü aslında, bunlar romanın çeşitli bölümlerinde değişik biçimlerde karşımıza çıkıyor ve her birini anlatıcıyla eşleştirebiliyoruz. Çok oyun var kitapta, böyle kaotik bir kurgu olmadan da böyle bir şey nasıl anlatılırdı, bilemedim. Hiç anlatılmasa daha iyi olurdu öyle bir şey de. Açıkçası benim de içim rahat değil, bir cesaretle yazdım ama çok şey eksik kaldı.

    Herostratus diye bir adam var, tarihe geçmek için yedi harikadan biri olan Artemis Tapınağı'nı cayır cayır yakmış, kundaklamış. Mona Lisa kıça sürülür, yeni insanın sanat eseri gökdelenlere uçak gömçürtülür, hatta Türkiye'de resmi ziyaretçilere ayıp olmasın diye antik heykellerin çükleri kazınır. Galiba herkes yavaş yavaş kafayı yiyor. Kısmet. ^^

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu yanıt üzerine de "Kitap elimde olaydı, Utku'nun da bir şekilde vaktini çalabilseydim de üzerine konuşabilseydik" dedim. Mehmet Günsür edasıyla soruyorum, "Sen neredeydin bu güne kadar?" İçimde birikti birikti kaldı her şey.

      Sil