Metis'in 90'ların başında giriştiği derleme olayları var böyle, üç dört tane falan. Bilimkurgu Öyküleri diye geçiyor. Bendeki ilk baskı, ikinci el eşyacıdan 1 TL'ye almıştım yanlış hatırlamıyorsam. Geçen senelerde yeniden basılmış, bu kapak yeni baskının. Diğerlerini bulamamıştım, buldukça artık.
Sunuş bölümünde hikâyeleri derleyip çeviren Sedef Öztürk'le Levent Mollamustafaoğlu, bilimkurguyu doğuşundan günümüze kadar dönem dönem inceliyor. Bir de Türkiye'de bilimkurgu için yapılanlar var ama haliyle fazla bir yer tutmuyor.
Korkunun Bütün Sesleri (Harlan Ellison): Woody Allen'ın Zelig diye bir filmi var, manyak bir film. Adamımız yanına kim gelirse gelsin onunla muhabbet kurar, mevzu ne olursa olsun. Sadece o da değil, rolünü öyle benimser ki mesela yanına gelenler siyahi mi, o da siyahi olur. Yanına gelenler çekik gözlü mü, o da çekik gözlü olur. Süper olay. Bunu korkuya uyarlayın, hikâyenin olayı bu.
"Biraz ışık verin bana!" diye çığlık atan bir adam var, bir odaya kapatılmış. Bu adam Richard Becker, müthiş bir tiyatro oyuncusu. Zamanının en iyisi falan. Farklı rolleri çok başarılı bir şekilde oynuyor. Sırrı şu; balıkçıyı mı oynayacak, gidiyor mesela balıkçılarla yaşıyor iki ay. Böyle bir adam. Büründüğü farklı rolleri gerçek hayatına da yansıtıyor ne yazık ki, kafayı yiyor birazcık. Mahkeme, akli dengesinin bozuk olduğuna karar veriyor ve akıl hastanesine kapatılıyor Becker.
Bundan sonrası doktor- hasta ilişkisi. Doktor Tedrow, ilginç bir vakayla karşı karşıya olduğunu biliyor ve hastasına özen gösteriyor. Becker, oyunda bırakıp hayatına yansıtmamayı başaramadığı rollerini sondan başa doğru yaşıyor. Haliyle son rolden sonrası meçhul, ne olacağı belli değil. Doktor, bir an için olsa bile Becker'dan asıl kişiliğine dönmesini istiyor. Ayyaş rolünün ortasında asıl Becker beliriyor, "Korkuya benziyor, doktor," diyor. Son söylediği şey bu. Çığlıklardan önce tabii.
Gece telefon geliyor, Tedrow hastaneye koşuyor. Becker'ın odasında kıyamet kopuyor; çığlıklar, haykırışlar...
"Biraz ışık verin bana!"
Bakıyorlar ki bürünecek rol kalmayınca Becker'ın yüzü kaybolmuş. Dümdüz bir deri var. Ağız, gözler, hiçbir şey yok.
On numaraydı bu.
Gülümseme (Ray Bradbury): Post apokaliptik bir dünyada sanat manat hiçbir şey yok, insanlar bunlardan nefret ediyor, çünkü eskiler atom bombası patlamadan önce bunlarla uğraşmışlar. Sonra da dünyanın ağzını kırmışlar resmen. Olay şu ki Tom adlı çocuğumuz, Mona Lisa'nın parçalandığı şenlik gibi bir ortamda resmin ağız kısmını almayı başarıyor, çünkü çok güzel geliyor bu ona. Saklıyor falan işte. Hikâyede önemli olan, eski insanlara duyulan nefret, tabii onlardan geriye ne kaldıysa onlara karşı da büyük bir kin güdülüyor. Evet.
Bilinç Eşiğini Atlayan Adam (J. G. Ballard): Bu da süper. Tüketim toplumu var ama bizimki gibi değil, adamlar her şeyi her an yeniliyorlar ve öküz gibi borç ödüyorlar. Bunun için fazladan çalışmak zorunda kalıyorlar. Haftada altı gün, yedi gün.
Reklamcılar bilinçaltına iyice nüfuz edebilmek için büyük tabelalar yerleştiriyorlar yollara falan, esas adamımız Dr. Franklin toplumun tipik bir bireyi. Tabelaların farkında değil. Psikozlu olarak gördüğü Hathaway her şeyin farkında, Franklin'i uyandırmak için uğraşıyor. En sonunda adam uyanır gibi oluyor, karısıyla konuşuyor falan ama kadın da kaptırmış kendini, evin her odasına televizyon alan bir tip. Dinlemiyor adamı. En sonunda Hathaway tek başına saldırıyor sisteme, öldürülüyor. Doktor da uyanamıyor ne yazık ki, beyni yıkanmış olarak yaşamına devam ediyor. Reklamlar çok tehlikeli arkadaş yeminle.
Güç Duygusu (Isaac Asimov): Pozitif bilimleri unutan, kendini makinelere teslim etmiş bir topluluk var. Yani adamlar matematiği öyle bir unutmuş ki eski bilgisayarlarla uğraşırken bölmeyi, çarpmayı falan bilen alelade bir teknisyen kağıt üstünde bu işlemleri yapınca şok oluyorlar. Anlıyorlar ki bilgisayarlardan kurtulmak mümkün, insanlar da bilgisayarın yaptıklarını yapabilir.
İnsanlar çok daha fazlasını yaparlar ne yazık ki. Ne zaman süper bir teknoloji geliştirilse bununla nasıl üstünlük sağlanacağı, diğerlerinin nasıl yıkıma uğratılacağı düşünülür. Teknisyen bu mevzuyu sezdiği zaman sitem dolu bir mektup bırakıyor ve intihar ediyor. İntihar etse de verdiği bilgiler diğerlerinin elinde, güç duygusuyla tatmin oluyorlar.
Şey işte ya, Oppenheimer da atom bombalarından sonra "biz ne yaptık yoğa" diye sızlanmış ya, aynı mevzu. Tek fark, bizim adamımız katliamlara tanık olmadan önce intihar ediyor.
Harrison Bergeron (Kurt Vonnegut): Herkes eşittir. Boyu uzun olanın boynuna ağır bir şey asılır, zavallı kambur edilir. Güzel olana iğrenç bir maske takılır. Herhangi bir farklılık anında bertaraf edilir. İnsanlar, kulaklarına takılan bir aygıt yoluyla farklı şeyler düşünmesinler diye kontrol edilir. Böyle acayip bir dünya, tamamen devlet kontrolü altında.
Yaşlıca bir çiftimiz televizyon izlerken kendi çocuklarını görürler programda. Daha doğrusu çocuk programı basar, kral olduğunu iddia eder ve seçtiği kraliçeyle birlikte dans eder. Güzel bir görüntü, her güzel görüntünün başına gelen onun da başına gelecek ve dans eden gençlerle arkadaşları oracıkta öldürülecek. Televizyon başındaki çift, oğullarının öldürüldüğünü gördükleri an kulaktan kuvvetli bir sinyal gönderilir, her şey kaldığı yerden devam eder. Ulan koyun gibi güdülmek ne büyük felaket ya, şunları okuyunca sinirim müthiş bozuluyor.
Maske (Stanislaw Lem): Bu çok acayip. BK gibi başlamıyor, varoluşçu bir havası var en başta. Bir kraliçe, içinde üç farklı kadın olduğunu düşünüyor, daha doğrusu üç farklı kadının hayatını yaşadığını. Reenkarnasyon gibi ama beden yine aynı, kişilikler farklı sadece. Kim olduğunu hatırlamıyor, nerede olduğunu bilmiyor, elinde sadece bu üç hayat var. Sonra bir baloda buluyor kendini, aşık olduğu bir adam var orada. Majesteleri, kraliçesini hiç sallamıyor. Adamla kraliçe ayrılıyorlar mekandan falan, sonra adam da kraliçenin yanından gidiyor. Kraliçenin içinden peygamberdevesi çıkıyor sonra! Lan robot mu ne artık, böcek çıkıyor ve giden adamı takip ediyor, öldürmek için! Peygamberdeveleri çiftleştikleri erkeğin kellesini alırlarmış ya, o hesap. Acayip bir olay, sakin kafayla da okumadığım için beynim yandı biraz.
Dünyanın Yeşil Tepeleri (Robert A. Heinlein): Kör şarkıcı Rhysling'in öyküsü. Rhysling bir gemi kaptanı mıymış neymiş önceden, bir kaza sonucu gözlerini kaybediyor ve uzayda bir o gemide, bir bu gemide dolanıyor. Uzayın maskotu oluyor adeta, bu arada şarkılar yazıyor. Derken bir gemide teknik bir aksaklık oluyor, bizimki kahramanlık yapıp insanları kurtarırken radyasyondan dolayı ölüyor, ölmeden önce en büyük eseri Dünyanın Yeşil Tepeleri'ni söylüyor. Kaydediliyor bu, efsane oluyor falan. Böyle.
Güzel bir derleme. Türe giriş için öneremem de BK sevenler için mis.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder