16 Ağustos 2016 Salı

Robert Fulford - Anlatının Gücü: Kitle Kültürü Çağında Hikâyecilik

Geçen sene bu aralar askerliğin ilk günleriydi. Çile dolu üç haftanın sonunda dağıtım izni kullandım ve büyük konuştum; bir daha Ankara'ya adım atmamacasına eve dönüyordum. Hayatımın en güzel otobüs yolculuğuyla -yanımda pek sevdiğim kız vardı ve yolculukta tanıdığım halini de pek sevdim- İstanbul'a döndüm. Kıbrıs'a gitmeden önce beş günüm vardı, beş gün ne yapabilirdim ki? Hiçbir şey yapmadım, bir bu kitabı okudum ve okuduğum her kelime askerde yaşadığım bitmez tükenmez saatler tarafından çarpıtıldı, anlamını yitirdi. Geçende tekrar okudum, tamam bu iş.

Bu bir hikâyeydi, çoğumuzun ihtiyaç duyduğu kişisel hikâyelerden biri. Hikâyelerimizi anlatmak zorundayız, onlarla başka bir şey yapamayacağımız için bir noktada bünyeden atılmaları gerekiyor. Kendi tarihimizi kurduğumuzda bunu paylaşmak isteriz, tarihimiz kimliğimiz haline gelir, insan sosyal bir varlıktır -diye öğrettiler, zaman zaman tam tersi de geçerlidir- ve doğru veya yanlış, anlatırız.

Robert Fulford çekirdekten yetişme bir gazeteci, bunun yanında hikâye anlatımının gerek gerçek hayatta gerek edebiyatta nasıl bir yol izlediğini, anlatıcılığın değişen sosyal şartlarla birlikte nasıl farklı niteliklere bürünerek sürdüğünü toplamda beş saatlik radyo programlarına tıkıştırıp anlatabilecek kadar iyi bir araştırmacı. Onlarca hikâyecinin nesiller boyunca aktardıklarının toplamına "medeniyet tarihi" diyor, tarihin oluşumundan günümüze insanın yegane ihtiyaçlarından birinin, hikâyenin izini süreceğiz.

Dedikodu, Edebiyat ve Benlik Kurguları: İlk bölümde genel olarak yaşamın acısını hafifletmek ve sonsuza kadar yaşamak için anlatılan hikâyeler var. Hepimiz farkında olmadan bunu yapıyoruz ama bu bölümde irdelenen, bunların nasıl edebi yapıtlara dönüştükleri.

Fulford, toplumu yönlendiren büyük anlatıların -İncil vs.- tehdit altında olduğunu, yine de hikâyenin ve hikâyeden doğan edebiyatın varlığını sürdürdüğünü söylüyor. Saul Bellow'un kendisini aldatan eşinin yansımasına yer vererek yazdığı Herzog, D. H. Lawrence'ın kitapları ve daha pek çok örnek bunun canlı bir kanıtı. Hikâyeler olduğu gibi hatırlanıyor, oysa edebiyat bir arındırma işi aslında. Fazlalıklar, gereksiz ayrıntılar atılır ve geride kalan şeyler edebi yapıtı oluşturur. Milan Kundera'nın Ölümsüzlük'te incelediği fikirle bağlantılı; tarihin bir parçası olmak için yapılanların mantığında öyküye dönüşmek var. Bu, kronolojik hikâyelerin uç uca dizilmesiyle gerçekleşebildiği gibi kaotik bir yapıya bürünmüş, zamanların, insanların ve mekanların iç içe geçtiği bir karmaşa şeklinde de belirebilir. Paul Auster'ın pek güzel üçlemesinde. R. E. Howard'ın bütün zamanları sıkıştırdığı sagalarda olduğu gibi. Fulford, hikâye anlatmanın temeli hakkında şunu söylüyor: "Hikâye anlatmak, yaşamın korkutucu rastlantısallığının üstesinden gelebilme, en azından onu kısmen kontrol altına alma çabasıdır." (s. 25) Parçalı veya bütün, hikâyemiz bizimle birlikte yaşar ve hikâyemize başkalarının metinlerinde rastlama olasılığı oldukça yüksektir.

Hikâyeler yetersizse ne olur? Yalancılar ve Sahtekârlar Ansiklopedisi'nde en güzel örneklerinin yer aldığı uydurmasyon hikâyeler ortaya çıkar. İnsan hem edebi olarak, hem yaşamsal olarak uydurmaya son derece müsaittir, zira soyut düşünce yeteneğimiz gelişerek bize büyük bir lanet getirmiştir ya da hediye. DuPre gibi dünya savaşı gazisi olduğunu uydurup alternatif tarih yaratanların yanında zaten ünlü, zengin vs. olup hayatları hakkında uydurukçuluğa devam edenler de var. Bu bir ihtiyaç, statü ne olursa olsun.

Büyük Anlatılar ve Tarihin Örüntüleri: Hikâyelerin tarih yazımıyla ilişkileri üzerine. Gibbon, Toynbee, Wells gibi ünlü tarih yazıcılarının kendi zamanlarında ve sonrasında nasıl değerlendirildikleri, iki disiplin arasındaki etkileşimi oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor.

"Bu yazarların kendilerine biçtikleri rol, belli olaylara anlam yükleyen geniş bağlamlar yaratmak ve böylelikle okuyuculara toplumların tarihe nasıl dahil olduğunu göstermekti." (s. 39)

Fulford, bu isimlerin binlerce olguyu anlamlı bir kalıp içine sığdırıp bunlardan insan davranışları hakkında bir tarih çalışması yaptıklarını söylüyor, insanoğlu için geçmişten gelen hikâyelere duyulan ihtiyacı giderdiklerini de söyleyebiliriz, zira sonrasında akademik çevrede eleştiri yağmuruna tutulmaları, tarihi olabildiğince geniş bir perspektiften görmeyip belirli noktalarla sınırlamalarının sonucu. Tarih yazımının büyük kurumların, insanların gözünden görüldüğü biçimde gerçekleşmesinin asıl tablonun çok kaba çizgilerle oluşturulmasına yol açtığı söylenebilir. Bu sebeple daha bütüncül, ayrıntıların özellikle incelendiği bir anlayış ortaya çıktı; genelevler, hastaneler, yemek kültürü gibi bir toplumu oluşturan pek çok küçük detay hakkında kapsamlı araştırmalar ortaya çıktı. Foucault'nun araştırmaları bu konuda öncü kabul ediliyor.

Sonuç olarak kitapçılarda "tarih" bölümünden "kurgu" bölümüne doğru bir yolculuk var, kitapların adresi disiplinler ana çizgilerine kavuştukça değişiyor. Bunun yanında hikâyeye duyduğumuz ihtiyaç malum, o yüzden bu metinlere ihtiyaç var ve her zaman olacak. Büyük anlatılar sansüre uğrar, değiştirilir ve daha pek çok felaketle karşılaşırlar ama varlıklarını sürdürürler, zira yerlerine daha inandırıcı bir şey koyulamamıştır.

Sokak Edebiyatı ve Haberlerin Şekillenişi: Barthes'ın bahsettiği süpermarket reyonları ve mitler arasındaki ilişki, bu bölümün temelini oluşturuyor. Güncel meseleler giderek mitlerin yerini alıyor ve hikâyeler buna göre biçim değiştiriyor.

"Eşini başkasıyla basıp adamın arabasına çimento döken adam" mitinin izini süren Fulford, dünyayı dolaşan ve gerçek bir şehir efsanesi haline gelen bu olayın izini sürerek insanların neden gerçek olmayan şeylere inandıklarını sorguluyor. Bilgi güçtür düsturu yüzünden insanlar böyle hikâyelere inanıyor. "Şehir efsaneleri dünyayı hikâyeler biçiminde açıklama arzumuzun parodisini yapar." (s. 69) Gazeteciliğin devreye girdiği nokta burası; hikâyeleştirilmiş haberlerin geçmişten günümüze şekillenişini inceleyen Fulford, günümüzde İncil'den çok gazetenin okunduğunu belirtiyor.

Modernitenin Çatlak Aynası: Modernizmin oldukça kalın tabanındaki çatlaklardan görünen renkler, güvenilmez anlatıcı denen naneyle ortaya çıkıyor. Nabokov, İşiguro ve daha pek çok yazar, bazı metinlerinde anlatıcının okura doğruyu söylemediğini, belki kendine de doğruyu söylemediğini, doğrunun varlığından ve hatta kendi varlığından hiç haberdar olmadığını, bir başkasının yaratısı bile olabileceğini söyler. Bu postmodernizmin savaş alanıdır; genel geçer fikirlere topla, tüfekle, ağır sanayi hamlesiyle saldırdığı noktadır. "Modernizm otorite kurar: Fikirlerini açıklarken karşı çıktığı gelenekler kadar buyurgandır. Bir grup sanatçı yerine başka bir grubu koyar; postmodernizmse muhteşem bir sanatçının var olup olamayacağını ya da bunun gerekliliğini sorgular, hatta mükemmel sanatın varlığından şüphe eder." (s. 94) Anlatının modernizm-postmodernizm ekseninde değerlendirildiği bir bölüm bu, ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Postmodern Teori'ye bakabilir. Oraya bir on puan daha yazmanızı rica ediciim.

Nostalji, Şövalyelik ve Düşler Alemi: Benim ilgimi en çok çeken bölüm bu oldu, zira Ivanhoe'nun Amerikan İç Savaşı'yla, Güneylilerle olan ilişkisi oldukça nefes kesici. Edebi bir yapıtta kendini bulan bir toplum düşüncesi, Fulford'a ayrı bir madde oluşturtacak kadar incelenmeye değer.

Mutlaka okunmalı. Bence. Hikâyelerinizle ne yapabilirsiniz, toplumlar ne yapmıştır, hep bunlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder