9 Ağustos 2016 Salı

Samet Ağaoğlu - İlk Köşe: Edebiyat Hatıraları

Samet Ağaoğlu kimdir, nerelerde bulunur?

Babası Ahmet Ağaoğlu, Türkçülük akımının sağ hafıdır ve zamanında memleketin önemli şahsiyetlerinden biridir. Samet Ağaoğlu Ankara'da hukuk okumuş, yüksek tahsil için Strazburg'a gitmiş ama babasının işleri bozulunca eğitimini tamamlayamadan dönmek zorunda kalmış. DP'den politikaya atılmış, 60 İhtilali'nin ardından kendi deyişiyle zindanda yatmış, çıktıktan sonra politikadan uzak durmuş ve anılarını yazarak bir dönemin sanatçı tayfasını anlatmıştır. Öyküleri hakkında hiçbir fikrim yok, iyi bir öykücü olduğu söyleniyor. Onun dışında siyasi görüşleri düz adamdan hallice. Gomünik düşmanı, Kore Savaşı şakşakçısı. Sıfır verip yolluyoruz ama anıları gerçekten okumaya değer, iyi bir anlatıcı Ağaoğlu.

İlk bölümde Ağaoğlu'yla yapılmış bir röportaj var. İlk öyküleri Varlık gibi dönemin kafa dergilerinde çıkmış, sonradan kitaplaşmış. Sait Faik, Sabahattin Ali ve Yaşar Kemal, sevdiği yazarlar arasında. Siyasete girmeyip yazı çalışmalarına daha çok zaman ayırsa daha iyi olup olmayacağını sorguluyor, siyasetin de bir nevi topluma hizmet yolunda bir sanat olduğunu söylüyor. Dostoyevski'yi pek beğendiğini belirtiyor, öykülerinde etkisi büyük. Dönemin toplumcu yazarlarını sanata belli bir perspektif dışından bakmadıkları için eleştiriyor. Yaşar Kemal'in bu konuda iyi bir dengeleyici olduğunu düşünüyor, bunun yanında gönül bağının başka sebepleri de var. 27 Mayıs'tan sonra temizlik operasyonunda Edebiyatçılar Birliği'nden çıkarılmasına karşı koyanlar arasında sesi en yüksek çıkan Yaşar Kemal'miş, hapishanede kendisini ziyaret eden sayılı insanlardanmış ayrıca.

Behçet Kemal Çağlar ve Ahmet Muhip Dıranas'la birlikte çıkardıkları Hep Gençlik dergisiyle ilgili anılardan ikisini seçip buraya koyuyorum. Dergi, Genç Türk Edebiyat Birliği'nin yayın organı gibi işliyor ve Nazım Hikmet'in putları yıkıyoruz hareketine karşı koyan isimleri bir araya getiriyor. Bir de Sodom ve Gomore olayı var. Ağaoğlu, isimsiz bir yazısında romanın anlattığı İstanbul'u ve bezgin karakterleri iğneliyor. Karaosmanoğlu cevap hakkını kullanıyor, haklı olarak nazikçe giydiriyor. O İstanbul'un gerçekten var olduğunu ve eleştirilecek pek çok özelliğinin bulunduğunu söylüyor, yaşından ötürü Ağaoğlu'nun o zamanları pek bilmemesinin doğal olduğunu belirtiyor. Zaten imzasız yazı yazmak nedir, iddia edilenler de az buz şeyler değil. İlginç.

Yaşar Nabi olayı da ilginç. Edebiyatçılar Birliği kurulurken Ağaoğlu ve Yaşar Nabi aktif olarak görev alan insanlar, eskiden beri tanışlar. Darbeden sonra Ağaoğlunun birlikten ihracında Yaşar Nabi'nin imzası en üstte. Ağaoğlu sanayi bakanıyken Varlık için kağıt sağlanmasında pek çok iyiliğinin dokunduğunu, böyle bir muameleye maruz kalmanın oldukça kırıcı olduğunu belirtiyor. Yaşar Kemal'in itirazları durumu değiştirmiyor. Nahid Sırrı'nın dergiden neden ayrıldığını bilmiyor ama Yaşar Nabi'nin bu huylarını gösteriyor fark ettirmeden. Aralarındaki mizaç farkı çok büyükmüş, Nahid Sırrı zorluklarla dolu bir yaşam sürerken Yaşar Nabi dergi işlerinden yürümeye devam etmiş. Bu olayı çok merak ediyorum aslında, belki başka anılarda daha detaylı bir bilgi edinebilirim.

Tanpınar'a gelince... Tanpınar hakkında söylenen, söylenecek çok şey var. Günlüklerini hazırlayan ikinci kuşak öğrencilerinin diyeyim, metinleri sansürlediklerini kendi ağızlarından duyduk. Neden sansürlediler? Ağaoğlu'nun güvenilmez anlatıcı kisvesine büründüğü malum, yine de gerçekleri ayıklayabiliriz gibi geliyor bana, ayıklananların arasından bu sansürün sebebi görülebilir. Tanpınar halleri bol bir sanatçıdır, duygu yoğunluğundan/yoksunluğundan kafayı kırdığı zamanlar olmuştur, parasızlıktan da. Hal böyleyken üniversitelerin edebiyat bölümlerinde kelimenin tam anlamıyla tapılan bu adamın zayıflık olarak görülen halleri bir bir ayıklanmıştır, bu tür adamları sanatçı yapan en önemli olaylar okurların gözünden uzaklaştırılmıştır. Bizdeki bilim anlayışı böyle, kafa buyken farklı bir uygulama beklememek lazım.

Neyse, yıl 1927. Yer Ankara Erkek Lisesi.

"Ahmet Hamdi Tanpınar bana bir şey öğretmedi. Bunun bellibaşlı sebebi ötekilerle aramda öğretmen-öğrenci ilişkilerinin hakim olması idi. Tanpınar'a gelince onunla hemen sadece sohbet sahneleri yaşadık. Zaman zaman hazin, zaman zaman heyecanlı, bazen de çocukça şakalarla sahneler! Üstüne başına, tıraşına önem vermez gözüküyordu. Bir omzunu biraz geri tutarak sık sık öksürüklerle kesilen kısık sesi ile daldan dala atlıyor, Fuzuli'den Yahya Kemal'e kadar şairlerin daha çok ölüm üzerindeki şiirlerini söylüyor, böylece ölüm korkusu ile bunaldığını istemeden meydana vuruyordu." (s. 37)

Tanpınar için oldukça bezgin bir adamın resmi çizilmiş. Ağaoğlu'na göre Tanpınar kendini çirkin, pek çirkin sanıyormuş. Üniversitede sevdiği kız kendisine dost olarak yaklaşmış ve en yakın arkadaşına sevdalanmış, bilmem ne. Kadın düşmanı kesilmiş Tanpınar, derste kadınları yerin dibine sokarmış. Ağaoğlu bir gün dayanamamış, ana bacı muhabbetine girmiş, abla Tezer Ağaoğlu ile olan arkadaşlıklarını hatırlatmış. Tanpınar çok utanmış da sınıftan koşarak çıkıp gitmiş. Olaylar...

Tanpınar'ın CHP'den milletvekili olmasını Esendal'ın "sanatkâr ve mistik milliyetçi" arayışına bağlıyor ve fasıl kapanıyor. Esendal'ın adı bir iki kez daha anılıyor, o kadar. Zannediyorum siyasi çekişmelerin etkisiyle şahıslara objektif yaklaşamıyor Ağaoğlu, alttan alta bir haset seziliyor. Behçet Kemal Çağlar hakkında da böyle bir şey var. Ağaoğlu devlet kademelerinde bakanlık dahil pek çok görev üstlenmiş kuvvetli bir adam olduğu için yurt dışına çıkışlar dahil pek çok sanatçının istekleriyle ilgileniyor, anlattığına göre hemen hepsine yardımcı olmuş ama anlatmadıkları ne boyuttadır, onu bilemiyorum. Sonuçta Çağlar'ın parti fanatikliği sonucu ettiği hakaretleri anlattıktan sonra diğer pek çok sanatçının mektuplarından bahsettiği gibi Çağlar'ın bir rica mektubundan da bahsediyor. "İşleriyle ilgileniyorum, lafı yine ben yiyorum" havası. Bir de Çağlar'ın Çamlıbel'i çok, pek çok kıskandığını yazıyor, doğru mudur değil midir bilemiyorum.

Başlıklar halinde alıyorum sonrasını, çemberin çapı büyüyor ve Ağaoğlu'nun kişiler hakkındaki izlenimleri derinliğini kaybediyor.

Sabahattin Ali'nin son derece güvenilmez, dengesiz bir adam olduğunu bir iki yerde daha okumuştum, doğruluk payı vardır diye düşünüyorum.

Dedikoduyu pek severmiş Ali, bu bir. İkincisi de Ağaoğlu, davayı milliyetçilerin kazanacağını söyler söylemez son tahlilde kazananların işçiler olacağını söylemiş Ali, üstelik karşı cephedeki herkesin karıları ve çocuklarının dahi öldürüleceğini söyleyerek. Gülüyormuş bunu söylerken. Sabahattin Ali'den bu kadar.

Sait Faik'i çok güzel anlatmış Ağaoğlu, sırf bu bölüm bile Ağaoğlu'nu sevmek için yeterli.

"'Âvâre' kelimesinin karşılığı yok yeni dilimizde. Serserilik değil, başıboşluk, emelsizlik değil. Belki varlığını ancak sezdiği güzellikleri arayan, bulamadığı için hüzünlü, yine bulamadığı, ya da sadece bulmak ümidiyle yaşadığı için bahtiyar bir adamın ruh hali." (s. 70)

"Serâzâttı! Hiçbir kural tanımadan dilediği gibi yazıyor, dilini bazen anlatmak istediklerini belirtmeyecek derecede bozuyordu. Roman yazmağa hevesleniyordu ara sıra. Bir yaprağında öldürdüğü kahramanını ondan sonra gelen yaprağında yaşatarak. Bu dalgınlığı sadece güldürüyordu onu." (s. 72)

Yaşadığı adanın balıkçılarının Sait Faik'in cenazesinde öğrenmeleri, kendileriyle günler ve geceler boyunca yoldaşlık eden adamın aslında çok büyük bir adam olduğunu... Ah Sait Faik!

Tayfaya farklı cepheden bir bakış bu kitap, Tarancı'dan Ahmet Haşim'e bir dönemin mühim insanları Ağaoğlu'nun kaleminde tekrar yaşıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder