1 Nisan 2017 Cumartesi

Jim Dodge - Taş Kavşak

"Harry Potter'dan önce Taş Kavşak vardı" demişler, ben de Titanic'ten önce Nuh'un Gemisi vardı diyerek bahsi artırıyorum. Bağlamı işkembeden sallayabilirsiniz. Sanırım bir çocuğun fantastik kuntastik usullerle yetişmesini, görünen dünyanın ötesinde yer alan hayali organizasyonları falan düşünerek söylenmiş bir söz. Bu kadarlık bir benzerlikten köprü kurabiliyorsanız eyvallah, onun dışında kıyaslama kabul etmeyecek bir durum var ortada; Taş Kavşak'ın bilinen dünyaya yerleştirilmesi, içerdiği meseleler ve Daniel Pearse nam çocuğumuzun yaşadığı türlü hadise Harry Potter'ın dünyasından çok, çok uzakta. Adını Söylemeyin, Tokadı Basar gibi adamlar yok, fantezilerin diplerinden çekilip çıkarılmış yaratıklar yok, yok oğlu yok. Felsefe Taşı derseniz, eh, Taş Kavşak'ta bir kez adı geçiyor, o kadar. Bilemiyorum, pek alakalı işler diyemeyeceğim. Ön sözde Pynchon "büyücünün Bildungsroman'ı" demiş ama Daniel'ın büyücülükle pek bir ilgisi yok aslında, yani romanda bir büyü evreni, büyü sistemi yok. Doğu'nun kadim bilgeliklerinden esintiler var, ışınlanma gibi bir olay var ama bu sopa sallayıp sihir yapmaya benzemiyor, ilgisi yok. Büyü sistemi bağlamında düşünüyorum, hayır efendim, böyle bir dünya değil bu. Pynchon'ın dediği gibi son derece analog, AMO haricinde son derece gerçek. Işınlanmayı bu gerçeğin içine yerleştiriyorum, benim ışınlanmış arkadaşlarım var mesela. Haydi bakalım. Işınlanma diyorsam lafın gelişi, işin arkasında maddeyi manaya çevirecek zihinsel bir süreç var, muhteşem de anlatılmış açıkçası.

Jim Dodge'un üç romanı, bir şiir derlemesi dışında yazdığı bir şey olmamasına rağmen yarattığı orijinal dünyalar ses getirmiş, baş üstünde tutulmuş. Monokl diğer kitaplarını da basar umarım, zira Taş Kavşak çok başarılı bir roman. Diyaloglar mükemmel ki örneğine az rastlanır. Daniel'ın yolculuğu, tekamül süreci son derece iyi kurgulanmış. Maceralar çok iyi, günümüzde özellikle dizilerde kullanılan bir teknikle ilerliyor mevzu; sona kadar çözülmeyen bir düğüm ve Daniel'ın etrafında dönen daha küçük boyuttaki olaylar. Çok başarılı.

1966'da Daniel doğuyor ama önce annesinden bahsetmek lazım. Annalee tam bir özgür ruh; ıslahevinde kalırken yedi adamdan birinden hamile kalıyor ve iyi ki bütün rahibeler kafa attığı rahibeye benzemiyor da çocuğu doğurabiliyor. "'Bağışlayıcılık, ruhu boşa tüketmektir çünkü bağışlayacak bir şey yoktur. Başa gelen'in hikmetine ve hemen şimdi'nin gücüne inanıyorum.'" (s. 21) Sezgisel olarak yaşam bilgeliğine ulaşmış bir kadın konuşuyor, 16 yaşında. Çocuğu doğurduktan sonra kaçıyor ve Güleç Jack'in kamyonuna atlıyor. Şans, kader, her neyse, geri kalan kısmı bu karşılaşma belirleyecek.

Güleç Jack, kuş uçmaz bir yerdeki çiftlik evinde kalabileceklerini söylüyor. Kira yok, arada sırada ortaya çıkacak misafirler dışında gelecek gidecek kimse yok. Hiçbir şey istemiyor Güleç Jack, sadece mekanda birilerinin bulunmasını istiyor ve Annalee'yi sevdiği için güveniyor da. Birkaç ay sonra kendisi de eve gelecek ama o birkaç ay birkaç yıla çıkıyor, ayrı hikâye. Eve gelecek olanlar kanun kaçakları, suçlular değil. İkisi arasındaki fark, kanun kaçaklarının doğru bir şey yapıp yanlış sonuçlara ulaşmalarıymış, suçlularda iki kez eksi var ve sonuç artı çıkmıyor.

Daniel okula gitmiyor, Güleç Jack için okul kalıba sokmaktan başka hiçbir işe yaramıyor ve doğadan daha iyi bir öğretmen yok. Temel şeyleri eve gelen insanlardan öğreniyor ve kimliğini sorgulamaya başladığı zaman Annalee'nin eşsiz ruhu tekrar ortaya çıkıyor. Yedi adamın hikâyelerini kendi kafasından uyduruyor ve içlerinden birinin baba olduğunu söylüyor, hayata dair diğer meseleler konusunda da bunları Daniel'ın kendi başına çözmesi gereken şeyler olduğunu söylüyor, yaşamanın zevkinin yarısı buymuş. Diğer yarısı da çözümlere ulaşmak herhalde, sorgulamadan sonra.

Üç ana kanaldan akıyoruz, bir tanesi eğitimler. AMO adlı gizli bir organizasyon var, kanun kaçaklarını ve yetenekli insanları kollayan bir örgüt. Güleç Jack'in Annalee'yi ve Daniel'ı soktuğu mevzu bu. Bu örgütün önemli adamlarından Volta, Daniel'ın eğitimiyle ilgileniyor ve çocuğu yetişkinliğine kadar farklı insanların yanına yolluyor. Kilit açmadan kılık değiştirmeye, ışınlanmadan doğada yaşamaya kadar pek çok konuda uzmanlaşıyor Daniel, her bir hocayla ayrı bir hikâyesi var ve hepsi muazzam detaylı, iyi işlenmiş birçok bölümden oluşuyor. Hiç girmiyorum buralara.

İki, Seamus. İlk çiftlik evinde kalırlarken bir gün Seamus çıkıp geliyor ve Annalee Seamus'a aşık oluyor. İyi de oluyor zira Daniel'a karşı hissettiği şeylerden rahatsızlık duymaya başladığı zamanlar. Bir anne-oğul ilişkisinden çok erkek-kadın yakınlığı mevcut aralarında, bu yüzden birbirlerine duydukları hisler belli bir ilişki boyutunda kalmıyor, çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkabiliyor. Neyse, Seamus iyi bir şair ve protest bir adam, devletin kokuşmuş politikalarına çomak sokmak için plütonyum çalmak amacıyla harekete geçiyor. AMO'nun itirazı yok ama desteği de yok, olay patlarsa kendini güvenceye alması lazım. Bu duruma rağmen Annalee mevzuya karışıyor, Daniel da karışıyor ve ikisi şaşırtmaca için patlatacakları bombayla birlikte plütonyumun tutulduğu mekanın yakınına gidiyorlar. Bir katakulliler dönüyor, Annalee Daniel'a kaçması için bağırırken bomba patlıyor ve Annalee ölüyor, Daniel ölümden dönüyor. Bomba neden patladı, haberi kim sızdırdı falan, bu ikinci kanal.

Üç, küre. Volta'nın ışınlanma olayını Daniel da yapınca Volta çocuğa deli gibi korunan bir küreyi kaçırıp getirme görevini veriyor. Daniel küreyi alıyor ve etkisine kapılıyor, Volta'ya götürmüyor. En sonunda bıçkınlığından, uçarılığından sıyrılıp başka bir özgür ruha aşık oluyor ve kürenin içine girip kayboluyor. Lucy gibi aslında, her şeyle bütünleşiyor. Eğitim tamamlandı, Daniel varacağı son noktaya vardı. İyi de etti, helal olsun çocuğa.

Yetmişli yılların ortamında kanun kaçaklarının Beat şairleri olabildiği, Old Man River'ın terennüm edildiği bir güzel roman bu. Bütün her şeyin açıklaması şu aslında: "Yaşamı yaşa ve kaybettiklerini hatırla." (s. 399)

2 yorum:

  1. Daniel, uzun bir an boyunca Yedi Ay ve annesinin arasında bahar yağmurlarında çıplak bir şekilde yürüyüşünü anımsadı. El ele tutuşuyorlardı, sıcak yağmur suları üzerlerinden akarken kendini ne kadar güvende ve tam hissediyordu. Yedi Ay ve annesi ölmüşlerdi ama hatırlayacak kimse kalmasa da hatıranın varlığını sürdüreceğini biliyordu, ölü bir yıldızdan gelen ışık gibi uzayda kıvrılıp, sonsuz parıltı içinde kaynağına geri kıvrılacaktı.

    Vay beeeeeeeeeeeeeeee

    YanıtlaSil
  2. Kardeş, bu AMO galiba anarşist bişi

    YanıtlaSil