15 Haziran 2019 Cumartesi

David Eagleman - Beyin: Senin Hikâyen

Renkleri biliyoruz, inançlarımız var, iyi kötü bir vücut algımız var, nesneleri görüp anlamlandırabiliyoruz. Bunları bilincimize ne ölçüde borçluyuz? Arkada neler oluyor, beyinde kurulan bağlar dünyayı biçimlendirmemizde ne kadar etkili ya da şöyle sorayım, özgür irade diye bir şey var mı? Lehrer her şeyimizi beyindeki akışa borçlu olduğumuzu ve bunun delilik olduğunu söylüyor, aslında var bile değiliz. Var olmak nöral bağlantılardan ötesine uzanmıyor, uzanan kısım yorumlarımızdan ibaret. Düşünüyorsak varız, varsak varız, var değilsek yoktan başka bir noktada bulunmuyoruz ama nasıl ki biyolojik yapımızdan ötürü görüş açımızın tam ortasında kapkara bir boşlukla karşılaşmıyorsak beyin de var olduğumuz sanrısını yaratıp işlerliğimizi sürdürüyor. Beyin tek başına hiçliği yokmuş gibi gösterebiliyor, o halde içinde olduğumuz durum tam olarak nedir? Eagleman bu soruların cevaplarını arıyor, simülasyonda yaşıyor olabileceğimizden vücut algımızın hassas ayarlarına kadar pek çok noktaya değinerek yapıyor bunu. İnsan beyninin oluşum aşamalarından başlıyor, hayvanlardan farklı olarak biz belli bir ölçüde programlanmış olarak doğuyoruz ama potansiyelin kullanılmasında çevresel faktörler giriyor devreye. Hayvanlar -kendi ölçülerinde- şahane bir gelişim gösteriyor ve kısa sürede yaşamlarını sürdürebilir hale geliyor ama sadece bulundukları çevrede, başka bir mekanda hayatta kalmaları mümkün değil. İnsan kendini çevreye hemen uyarlayabiliyor veya zaman içinde bilişsel yetilerin ve bilimin gelişmesiyle birlikte çevreyi kendine uydurabiliyor. Beyindeki nöronların budanma işleminden öncesine döndüğümüzde bu iki olasılığın nasıl mümkün olduğunu görüyoruz. İki yaşındaki bir bebekte bir yetişkinin sinaps sayısının iki katı kadar sinaps oluşuyor. Muazzam bir oluşum, beyindeki aktivitelerin kat kat daha fazla ve daha hızlı yapıldığını düşünün. Belki de çoğu kültürdeki -ben Kelt inanışını hatırlıyorum- çocukların her şeyi bildiği inancının bilimsel temelidir bu. Neyse, zaman içinde kullanılmayan bağlantıları buduyoruz ve yaş yirmi beş olunca budama işlemi büyük ölçüde sonlanıyor. Yirmi beş yaşındayken benliğimiz oturuyor, tam bir kişilik algımız oluşuyor. "Sizi siz yapan, beyninizde gelişen değil, beyninizde yok edilen şeylerdir aslında." (s. 11) Heykeltıraş veya müzisyen olabilme ihtimalimiz iki yaşındayken hemen hemen eşit düzeyde, sonrasında birini eliyoruz. Tabii yeterli bağlantıları koruyabilirsek ikisi birden olabiliriz ama on bin saatlik uzmanlaşma süresinden feragat etmemiz gerekiyor bu sefer, eğitim ve iş gibi şeylere zaman harcamayacak kadar paramız varsa oturup çalışabiliriz ve usta bir gitarist, usta bir heykeltıraş olabiliriz. Japon bebekleri örnek veriyor Eagleman, R ve L harfleri Japonca'da birbirinden ayrılmadığı için İngilizce eğitimi sırasında ayırmayı öğrenecekler, budadıkları bağları tekrar oluşturacaklar kısaca. Buradan sosyal gereksinimlere bağlanıyoruz, beynin gelişimini sadece bilişsel eylemler belirlemiyor. "İnsan beyni, duygusal ilgi ve bilişsel uyaranlardan yoksun bir ortamda normal biçimde gelişemez." (s. 16) Birtakım testler yapılmış ve bu sonuca varılmış, sağlıklı ilişkiler beynimizi geliştiriyor. Aslında dünyayla algısal olarak kurduğumuz ilişki de geliştiriyor, tecrit cezası verilen mahkumların delirmelerine dair çok sayıda örnek var. Belli bir ölçüde uyarılmamız gerekiyor, yoksa duyu organlarımız törpüleniyor. Sonlara doğru bununla ilgili bir örnek vardı, adamın biri kırk yıl sonra görme duyusuna tekrar kavuştuğu zaman etrafındaki nesneleri "işleyemez" bir haldeymiş. Göz işini gayet iyi yapıyor ama beyindeki veri işlem bölümü yıllar boyunca kullanılmadığı, başka duyular eksik olanı tamamladığı için adam dehşete düşmüş. Şeye benziyor bu, diyelim ki foşurtma diye bir his var, yedinci his. Bir anda bu hisse kavuştuğumuzu düşünün. Kafayı yerdik, aşina olduğumuzdan bambaşka bir dünyayı deneyimlemeye başlardık, o dünyaya maruz kalırdık hatta. Korkunç. Lovecraft'in ve Cthulhu Mitosu dahilindeki bazı öykülerin konusu. Tindalos'un Tazıları mesela. Zamanın etkisini de düşünüyor Eagleman, anıları sürekli inşa ediyoruz, oluşturuyoruz ve hiçbir şeyi olduğu gibi hatırlamıyoruz. Bu mümkün değil, zira anı dediğimiz şey zaten işlenmiş bir zamanın ürünüdür. Şimdiyi bile işlemeden değerlendiremiyoruz, algıladığımız ve düşündüğümüz kadarız, ötesi elden kaçıyor. Bunların toplamıyız yani, fazlası değil. Bir araştırmanın sonuçları veriliyor mesela, insanlarda sahte anılar yaratılmış. Geçmişte gerçekleşmemiş, hiç olmamış olayların detaylarını bile verir hale gelmişler. Beyin işlenebilen bir parçamızdır, gözbağcılığın ötesinde telkin yoluyla dahi gerçekliği biçimleyebilir. Yaşamımız beynimizdeki kıvılcımların, havai fişek patlamalarının parıltılarından ibaret. Yine Lehrer'a dönüyorum, Descartes'ın ruh-beden ikiliğinin son bulgularla çökertilmesini Eagleman da ele alıyor. Gerçi beyindeki değişimleri ruhla ilişkilendiriyor, bu nokta da tartışmaya açık gibi.

Gerçekliğin neliğinin sorgulandığı ikinci bölüm pek hoş. Gözlerin bir kamera gibi çalışmadığına dair bir iki araştırmaya yer verilmiş. Kısacası etkileşimde bulunmamız gerekiyor, duyu organlarını tam kapasite çalıştırıp çevremizle sıkı bir bağ kurmalıyız. İnsanlarla da kurmalıyız bunu. İnsanlarla -en azından- benzer gerçeklikleri paylaşmamız gerekiyor. İki insanın yaşadıkları olaylar hakkında konuştuklarını düşünelim. Biri olayların yaşanmadığını söylüyor, diğeri yaşandığını söylüyor. Burada üç ihtimal ve tek bir sonuç var. Birinci ihtimal, olayların yaşandığını söyleyen adam sahte anı yaratılması için laboratuvar ortamına girmiş olmalı veya yalan söylüyor. İki, olayların yaşanmadığını söyleyen insan gerçekten unutmuş veya hatırlamadığına dair yalan söylüyor. Üçüncü ihtimal, her ikisi de yalancı. Sonuç, bir tarafın gerçekliğe bağlı kaldığını düşünürsek bu taraf kafayı yiyecektir. Namussuz Namuslu'da çıldıran karakter gibi. Çıldırmamak için kendi gerçekliğimizi sabitleriz. Başkalarına anlatırız, yazarız veya çizeriz, bir şey yaparız. Yaşamımızı sürdürebilmek için gerçekliğimizi, gerçekliği doğuran duyularımızı kullanırız. "Hiçbir canlı, nesnel gerçekliğin kendisini deneyimlemez; deneyimleyebildiği tek şey, geçirdiği evrim sürecinin izin verdikleriyle sınırlıdır." (s. 71) Gerçekliği parçalayan şey kendi bedenimizin bir parçasıysa örneğin, o parçadan kurtulmaya çalışırız. Buraya yazmıştım ama hangi metin olduğunu hatırlamıyorum şimdi, o metinde "bacağını kendisine ait hissetmediği için" dünyanın öbür ucuna gidip kestiren bir adam vardı. Adam bacağından kurtulunca benliğine kavuşmuştu, sanki kanseri atlatmış gibi. İlginç. Çok hassas bir ipin üzerinde yürüyoruz aslında, zamanında ve yerinde patlaması gereken havai fişek patlamazsa veya büyük bir patlama olursa bilincimiz tepetaklak oluyor, bir buçuk kiloluk bir parçamız yaşamımızı zindana çevirebiliyor. Beyin çok önemli bir şey. Beynin ürünü olan gerçeklik de. "Öyleyse nedir gerçeklik? Gerçeklik, yalnızca sizin seyredebildiğiniz ve kapatamadığınız bir televizyon programı gibidir. Ancak ne büyük bir şans ki, izlemeyi umabileceğiniz en önemli programdır bu: kurgudan geçmiş ve kişiselleştirilmiş bir halde, yalnızca sizin için sunulan bir program." (s. 82)

Kontrolün kimde olduğuna dair, bir de verdiğimiz kararlara dair olan bölümlerdeki deneyler oldukça ilginç, özeti vereyim ben. Bilincimizin yaşamımızı biçimlendiren yegane parça olduğunu düşünürüz ama arkada sayısız işlem yapılır ve zaten verilmiş bir kararı mantığa bürümekten başka bir şey yapmayız. Anlık olaylarda bile böyle bu, diyelim ki hızlıca bir karar alıp yaşamları kurtarmamız gerekiyor, kurtarıcıyız biz. Harekete geçmeden birkaç milisaniye önce alınan kararı davranışa dönüştürdüğümüz zaman bunu bilinçli bir şekilde yaptığımızı düşünürüz, oysa böyle bir şey yok. Çok karmaşık durumlarda dumura uğrayınca donup kalabiliyoruz ama bu başka bir şey. Beynin farklı bölgeleri çalışıyor, ahlaki normlar devreye girip biyolojik yapımızın güdümünü söndürebiliyor, birçok etken karışıyor işe kısaca. Öğrenme sürecinin bu mevzuya bağlanması ilgimi çekti, öngörü hatası denen bir nane gerçekleştiği zaman öğreniyormuşuz. Bir seçimin beklenen sonucu ortaya çıkmayınca  -zihnin dumura uğrama anı- sonucun farkı hafızaya atılıyor, beyin bedava. Mizahın temelinde de bu var, beklenmeyen bir davranış muhtemelen güldürür. Bir bağlama sahip olması lazım tabii, yoksa önemli bir toplantı sırasında, "Yaprak sarması!" diye bağırmak pek hoş olmayan durumlara yol açabilir ya da patronlarla yaprak sarması yiyip muhabbet edebileceğiniz bir durumu ortaya çıkarabilir, bilemiyorum artık. Sosyallik belirleyici.

Son olarak "şimdinin gücü" hakkında birkaç şey geveleyip bitireceğim ama bu kadar değil, daha bir dünya mevzu var metinde. Neyse, geleceği ve şimdiyi düşünüyoruz. Şimdi çok çekici, bir sürü ihtimale açık. Geleceği düşünmüyoruz ve şimdiyi onurlandırıp iş arkadaşımızla sevişiyoruz mesela, eşimizin bir şeyden haberi yok. Çok pahalı bir kıyafeti çat diye alıyoruz ve ay sonuna kadar aç geziyoruz. Bunlar gibi işler ahlak problemi olarak Martin Cohen'ın bir metninde inceleniyor bu arada, 101 Ahlak Problemi olabilir. Evet, bunları yapıyoruz ve geleceği çöpe atmış oluyoruz, bilinmeyenin içine doğru yolculuğumuz sürüyor. Ahlaki olarak çürüyoruz Eagleman'a göre, eğer böyle işlere girersek. "Odysseus anlaşması" diye bir şey ortaya koyuyor Eagleman. Odysseus Siren seslerinden kurtulabilmek için kendisini direğe bağlatıyor, tayfasının da kulaklarını balmumu ile tıkatıyor ve batmaktan kurtuluyorlar. Eh, kendimizi bir yere bağlatıp yeterli ölçüde oksitosin alırsak eşimize duyduğumuz aşk sürüyormuş, süper. Kısacası anlaşma yapıyoruz, bir başkasıyla yapsak daha etkili. Mesela bir kadın sigarayı bırakmak için arkadaşına bütün birikimi tutarınca bir çek vermiş ve eğer sigara içerse arkadaşından çeki nefret ettiği Ku Klux Klan'a bağışlamasını istemiş. Süper, bu tür şeyler işe yarar. "Odysseus anlaşmasının anahtarı, farklı koşullarda farklı insanlar olduğumuzu kabul etmektir. Daha iyi kararlar vermek için, yalnızca kendinizi değil, sahip olduğunuz bütün kimlikleri tanımanız önemlidir." (s. 146)

Neyiz, neciyiz, beynimiz neci olduğumuzu nasıl belirliyor ve belirlemiyor, bunlar var. Eagleman gayet açık, bol örnekli bir anlatı oluşturarak nörolojiyi benim gibi bilgisiz ve meraklı okurun anlayabileceği bir biçime sokmuş. Süper.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder