2 Haziran 2019 Pazar

Stefan Grabiński - Hareket İblisi

Grabiński için "Polonya'nın Poe'su" deniyormuş, olabilir. "Polonya'nın Lovecraft'i" deniyormuş, olamaz. Poe'nun gotik ortamları tren kamaralarına taşınmış, mobilize edilmiş Grabiński'nin öykülerinde. Mesela kapağa bakalım. Kara tren monokl takmış, tam gaz geliyor. Arkada bir vagon devrileyazmış, adamın teki pencereden aşağı uçuyor. Bu ne demek? Korkacağız demek. Korkmak istediğimiz için böyle şeyler okuyoruz zaten, İthaki'nin bu serisini korkuyla alakalı işlerle ilgili olduğu için takip ediyoruz. Kapağa bakmaya devam edelim, hava kapalı, sıkıntılı bir atmosfer. Öykülerin tamamının kapalılığı bu türden, böyle bir ortamda doğaüstü veya şeytanca bir iş olmazsa olmaz. Şeytanca ama bazı öykülerde karakterlerin kafayı kırıp kırmadıklarından emin olamıyoruz, gaipten emirler alıyorlar gibi gözüküyor ama bilemiyoruz, Grabiński açmıyor meseleyi. Sırf korku öyküsü yazmıyor bir yandan, geleceğin dünyasında trenlerin durumunu ele alan bir öyküsü var mesela, Poe'nun Hans Pfaall'ı uçurduğu öyküyle yarışır. 21. yüzyılda geçtiğini söylediği öyküde olayların zaman zaman 2300'lerde yaşandığını söylüyor, not düşmüşler burada yazar şaşırmış diye. Neyse, Avrupa'dan yola çıkan tren İstanbul'a geliyor, oradan İskenderiye'ye iniyor, Kuzey Afrika sahili boyunca ilerleyip Cebelitarık'taki bir köprüden İspanya'ya geçiyor, yine Avrupa. Böyle bir ulaşım ve seyahat yolu inşa edilmiş, insanlar gönüllerince geziyorlar. Gelecek kurgusu hoş ama nereye bağlanacağını merak ediyoruz ister istemez, Grabiński'nin kadim inanışlarla materyalist dünyayı kıyaslayarak sonlandırması şaşırtıyor. Teknolojinin çok çok ilerlediği zamanlarda Buda'nın Tao'nun varlığı devam ediyor ve öykü maneviyata önem vermeyen insanlar için ders niteliğinde bir sonla noktalanıyor. Ne oluyor, bir vadide duruyor tren, kafası çalışan esas karakterlerimiz trenden inip uzaklaşıyor, millet uykuya dalıyor ve mor bir sis her yeri kaplayarak trenle yolcularını ortadan kaldırıyor. Sonrasında gazete başlıkları, insanların çözemediği bir gizem. Arka kapakta yazarın psikolojiyi, felsefeyi ve metafiziği sıklıkla kullandığı, öykülerine "psikofantazi" ya da "metafantazi" denmesini istediği yazıyor. Fantazi boyutu tamam, psikoluğu veya metalığı değerlendirilebilir. Trenler son derece somut bir korku uyandırıyorlar zaten, bu durum okur için tek başına yeterli olabilecekken bir dağ istasyonunda tek başına yaşayan adamın uyandırdığı tekinsizlik telli kaymaklı ekmek kadayıfı haline getiriyor okumayı.

Her öyküden tren geçiyor, Grabiński trencil bir yazar. Metnini Lehçeden çeviren Osman Fırat Baş'ın tanıtım yazısını kurcalıyorum, Lviv Üniversitesi'nde Leh Dili ve Klasik Filoloji okumuş Grabiński, öğretmenlik yapmış ve Avrupa'yı bol bol gezmiş. Yaşadığı ve yazdığı süreçte yeteneğinin ederi kadar dikkat çekmemiş, ölümünden sonra ünlenmiş. Dedim ve bir sayfa daha ayrıldı tomardan. Ekonomi rezalet diye İthaki de malzemeden kısmaya başlamış herhalde, daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Biraz daha yapıştırıcı dökün veya kaliteli yapıştırıcı kullanın ya, matbaacı abiyi uyarın falan, ne bileyim. Paramparça oldu olacak kitap. Neyse, kısacası Grabiński çoğu yazarın akıbetinden payını almış, yaşarken değer görmemiş. Türkçeye çevrilen tek kitabı bu, Baş ilk olarak 2010'da çevirmiş öyküleri, Okuyan Us basmış. Öyküler İthaki'yle birlikte yerini buldu bence, iyi olmuş. İlk öykü Sağır Boşluk (Demiryolu Baladı). Yol düzenlemesi yapılıyor, bazı raylar atıl duruma düşüyor ve rayların olduğu bölgeye gönülden bağlı olan yaşlı bir adam karşılıksız olarak bu rayların başında bekçilik yapmak istiyor. Resmi izni aldıktan sonra civardaki bir kulübeye yerleşiyor ve tek başına yaşamaya başlıyor. Lusnia nam arkadaşıyla, belki de tek arkadaşıyla muhabbet ederken rayların canlı olduğunu, hatta Tanrı'nın sesini ilettiklerini söylüyor, inanç kırıntısı göstermeyen arkadaşını biraz paylayıp yola getirdikten sonra mutlu mesut yaşamaya devam ediyor, rayların sökülüp götürüleceği haberini alana kadar. Ağır hastalanıyor, yataklara düşüyor ve son tren kendisini alana kadar bekliyor. Trenin ne olduğunu söylemeye gerek yok sanıyorum. Ucube nam öyküde ucube var, kondüktörlerden birine göre kaza olmadan önce ortaya çıkıyor, insanın ödünü patlatıyor ve ortadan kaybolduktan kısa süre sonra vagonlar havalarda uçuşuyor, insanların uzuvları rayların etrafına dağılıyor. Grabiński'de Ballard'ın Çarpışma'sındaki parçalanma erotizminin izleği var, birkaç İngiliz yazar bu öykülerden etkilendiyse -arka kapakta öyle yazıyor- belki Ballard da fikri buradan almıştır, kim bilir. Neyse, ucube ortaya çıkıyor ve kondüktör kaza yapılacağını anlıyor ama uzunca bir süre gerçekleşmiyor kaza, sonrasında kondüktörün aydınlanma anını ve makaslarla oynayıp kazaya yol açtığını görüyoruz. Devir teslimi gibi bir şey. Grabiński aralara yolculuklar ve trenlerle ilgili fikirlerini sıkıştırıyor, bu öyküde de var. Mesela "saygıdeğer" yolcuların amaçsızca yolculuk edenler olduklarını söylüyor, diğerleri oradan oraya koşturan haybeciler, fazlası değil. "Hareket fanatikliği" pek çok öyküde ortaya çıkıyor, sadece yolculuk etmek için yolculuk edenler, garlarda yolcularla takılıp hiç yolculuk etmeyenler, yolcuların anlattıkları korku hikâyeleri derken sadece dudak uçuklatan mevzularla değil, insanın yolculuğunun metaforlarıyla da karşılaşıyoruz, bu açıdan Grabiński metnini oldukça zenginleştiren bir yazar.

Kapaktaki çizimin öyküsüne geldim, Kompartımanda. Tutku öyküsüdür, Kierkegaard'ın baştan çıkarılmayla ilgili gevelemelerini içerir, Baudrillard'ın seveceği ve incelemek isteyebileceği bir öyküdür. Belki de incelemiştir, hatırlamıyorum ama sanmıyorum incelediğini. Neyse, trene bir çift biniyor ve esas adamımızın kompartımanına geliyor. Bizimki kadına tutuluyor, yavaş yavaş yaklaşıyor ve kadının eşi uyur uyumaz kadını elde ediyor ama gürültü çıkardıkları için aldatılmış eş uyanıyor, bizimkine girişiyor, bizimkinin de eli armut toplamadığı için adama yumruğu indirip camdan aşağı uçuruyor. Burası biraz garip, çok hızlı bir değişim olduğu için. Kadın kocasını sevdiğini ama bizim elemana vurulduğunu söylüyor, işi örtbas edip ilk istasyonda iniyorlar, sonra adam elde etmenin tatmini geçer geçmez, oracıkta bırakıyor kadını, kalabalığa karışıyor. Hızlı geçişler dışında güzel öykü.

On dört öykü var, her biri demir yoluyla kuşanmış, bol lokomotifli, çokça gizemli, korkunç ve insani, çok insani. Korku bile öyle ki öyküleri korkunç kılan da işin insani kısmı. Yalnızlık ve bilinmezlik ortasında kalan insanların çaresizlikten, korkudan ve öfkeden verdikleri tepkiler bazen doğaüstünün yaratabileceğinden daha büyük şiddet sahneleri yaratabiliyor. İnsanın karanlık bir ortamda aynaya baktığını düşünün, doğaüstü o ayna işte. Grabiński çok başarılı bir şekilde değerlendirmiş aynadan yansıyanları. Güzel öyküler, gayet okunası.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder