5 Mayıs 2012 Cumartesi

Charles Bukowski - Factotum

Bilgisayarın bozulmasıyla ilgili ibretlik olay.

Sene geçen sene. Şubat'ın Şubat gibi günlerinden biri. Evden çıkılamaz, buz keser. Arkadaşlar aranamaz, herkesin işi var. Benim o sırada düzenli bir işim yok, yeni mezunum. Bilgisayar bozuldu, yaptırabilmek için iki gün bekledim. O iki günde 770 sayfası kalan Monte Cristo Kontu'nu bitirdim. İki ayda 270 sayfa okuyabilmiştim. "Sübhanallah bro, ibret share," dediğinizi duyar gibiyim. Nereden çıktı bu? Dün sabah elektrikler gitti üç saat kadar, ben de Factotum'u bitirdim.

Okumadığım Bukowski kitabı pek kalmasa da genelleme yapmaktan çekiniyorum, yine de yapayım: Bu kitapla başlamak lazım Bukowski'ye aslında. Kaptan Bir Şeye Gitti ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi Aman adlı türküde Chinaski'nin at yarışı eksperi olduğunu biliyoruz. Factotum'da işi daha yeni öğreniyor oysa. Zaten Chinaski 24-25 yaşlarında zannediyorum. Bukowski'nin gençliği yani, her şeyin başladığı dönem. Diye düşünüyorum.

Filmi de izledim, bence izleyin ama kitabı okuduktan sonra. Kurgu belasına olayların yerleri değiştirilmiş falan, gerek yok. Kitaptan öğreniniz.

Factotum vasıfsız gibi işçi demek. Chinaski/Bukowski böyle bir adam. İşe giriyor, işten çıkıyor. İşsizlik kurumu kendisine başka bir iş buluyor, ona giriyor. Ondan çıkıyor. Çoğunlukla kovuluyor. En fazla üç hafta çalışıyor, sonradan sigorta olayları başladığı için. O sürede ucuz şarap, viski ve oda parası çıkıyor zaten.

Aliesiyle ilişkileri sıkıntılı. Anne normal pamuk anne tadında bir insan. Sorun babasında. İki yıl gazetecilik okumuş Bukowski, sonra devam ettirmemiş. Babasına göre düzenli bir iş, düzgün bir yaşam her şeyden önemli, böyle yaşamamak cinayet işlemekle bir. Eh, durmuyor Bukowski yerinde.

Dövüşler, dayaklar meşhur. Büyük Zen Düğünü'nü hatırlar mıyız, ben orada yenen sopa kadar hiçbir şeye gülmemiştim kitap okurken. Gerçi gülmüştüm; Mezarlık Kitabı'nda kötü adamlardan birini haklayan Nobody'ye şair hayalet, "Adamı çok süper hakladın, bunun için şu kadar yüz dizelik kaside yazmamı ister misin?" diye bir şey söylüyordu. Ölüyordum gülmekten ya. Tabii böyle anlatınca komik olmadı. Evet, burada da dövüşmeler var ama bunların hiçbiri bir macera hevesiyle yaşanmıyor. Ya da şöyle diyeyim; Chinaski için bu on sene süren odalar, işler spiralinde kavga, sokakta yatmak, açlık normal şeyler. Adamın hayatı bu. Biz ekmek almaya gidiyoruz, adam kavga ediyor. Şuradaki olağanlığa bak:

"Biriyle dövüşmek için dışarı çıktım bir kez. İyi bir dövüş olmamıştı. İkimiz de çok sarhoştuk, yerdeki büyük çukurlar dengemizi kaybetmemize neden oluyordu. Vazgeçtik..."

Chinaski'nin modern dünyaya giydirmeleri de güzel. Al:

"Otobüs garı Times Square yakınlarındaydı. Elimde eski bavulumla yürümeye başladım. İş çıkışıydı. Akın akın insan çıkıyordu metrolardan. Karıncalar gibiydiler, yüzleri yoktu, çıldırmışlardı, üstüme geliyorlardı, gergindiler. Zaman zaman itişip, çarpışıyorlardı; çıkardıkları sesler korkunçtu."

Bitmek bilmez bir kalabalık bir yanda, Bukowski bir yanda. Tam böyle değil de, kalabalık fobiniz varsa anlarsınız. Felaket bir şey.

Bir tane daha:

"Patronlar daha fazla adam çalıştırmaktansa birkaç kişiyi fazla çalıştırmayı yeğliyorlardı. Adamlara sekiz saatini veriyordun ama yetmiyordu, fazlasını istiyorlardı. Altı saat sonra seni eve yolladıkları görülmemiştir mesela. Düşünecek zaman kalmamalıydı."

Düşünecek zaman kalmamalıydı, bu kadar. Daha çok örnek mevcut bu konuda.

Chinaski, kendini yazar olarak tanıtıyor. Çünkü o bir yazar, her girdiği ortamda yazarlığı bir şekilde geçiyor. Rehincilere daktilo bırakmaktan bıktığı için öykülerini deftere yazıyor, büyük dergilere yolluyor. Bu şekilde on yıl yaşamış Bukowski; dolanarak ve yazarak. Öyküleri sürekli geri geliyor ne var ki. Bir gün biri kabul ediliyor gerçi. Jack London paralelliğine geleceğim, biraz var.

Bir yerde Chinaski insanların doğuya ve batıya gittiğini söylüyor, herkesin aynı yöne yürümesi halinde dünyada hiçbir problemin kalmayacağından bahsediyor. Başka bir bölümde, sanırım Jan'le ayrıldıkları zaman, Jan'in gittiği yönün tersine gidiyor. Böyle bir şey bu da. Jan'le ilişkileri ilginç, kitabın yarısından sonra olaya giriyorlar. Çok sayıda insan var romanda, hepsini anlatsam buradan bilmem nereye yol olur. Anlatmıyorum.

Jack London'a bakalım. Kendisi fabrikalarda, atölyelerde, ütü mekanlarında(?) vs. çalışmış bir adam. Çalışırken öykülerini yolluyor sürekli bir yerlere, reddediliyor öyküler. En sonunda biri kabul ediliyor, sonra diğeri, sonra diğeri... Alıyor başını yürüyor, London. Martin Eden'dan biliyoruz, gayet güzel yardırıyor. Sonra parayı bulup kendine ev, tekne falan yaptırıyor, lakin ki, "Bu nasıl sosyalist lan?" diyen adamlar evini yakıyor, teknesi de cortluyor bu arada. Sosyalist hareketlere katılmış bir insan kendisi. Bir de boş zamanlarında kütüphaneden çıkmaz, durmadan okur. Özellikle Spencer okur, deli gibi etkilenir.

Bukowski'nin ne ev yaptırayım, ne dünyayı gezeyim derdi var. Adam zaten geziyor. Kitap okuma gibi bir derdi de yok, zaten kendisi de en son on yıl önce okuduğunu mu ne söylüyordu kitapta. Zengin olma gibi bir kaygısı yok, lakin biraz para bulunca pahalı elbiseler almaktan da geri kalmıyor. İkisi de aynı tutkunun peşinde, hayatlar farklı. Bukowski'de alttan alta kapitalizm eleştirisi mevcut, Uçurum İnsanları gibi keskin, köşeli eseri yok zannediyorum. Alter'den çıkan Charles Bukowski'nin Kavgası ve Satır Aralarındaki Solculuğu diye bir kitap var bende. Okumadım. Alter'den bir şey almayın rica ederim, ucuz etin yahnisi, nerede bu yahninin soğanı. Yaa.

Böyleyken böyle. Bukowski ne güzel.

2 yorum: