Refik Erduran bir değişik insan. Hayatı bir yana, romancılığı da öyle. Domuz'unu okumuştum; bir katakulliler, bir kimin eli kimin cebinde vaziyetleri, mafya, gazeteciler, bürokrasi. İçinden çıkılmaz bir hal alıyordu durumlar. Kendisi böyle işleri pek iyi bildiği için romanlarındaki karakterleri de kördüğümlere sokarken komik durumlar yaratmada usta. Bu kitap da böyle. Aynı kurgunun, aynı üslubun müjdelenmesi burada.
Bir köy romanı ama bildiğiniz gibi değil. Önsözden: "(...) Ve susuzluk gibi sayısız derdin temelinde bugün de çözümlenmemiş olan büyük sorun yatıyor: emekçi kitlelerin aydınlarla ilişkilerini toplum çıkarları uyarınca düzenleyebilmiş değiliz hâlâ.
Yağmur Duası'nın yazıldığı dönemde (1950'li yılların başı oluyor) okuyucularımız dövüşken ve çapkın dedektif tiplerine pek merak sarmışlardı. Bütün hasımları birer yumrukta devirip bütün dilberleri birer öpücükle tavlayıveren bu itlik şampiyonlarının roman piyasamızdaki görülmemiş başarısını izlerken şu soru takılmıştı aklıma:
- Öyle bir tipten olumlu yönde de yararlanılamaz mı?
İşte Yağmur Duası o düşünceyle köy kalkınması konusuna en çok sayıda okuyucunun dikkatini çekmek için girişilmiş bir denemeydi." (s. 2)
Yaban'da aydınla aynı ölçüde suçlanır gibi gözüken köylülere burada da rastlıyoruz, 25-30 yıl sonra bile, inkılapların arka arkaya patladığı, kalkınmanın şaha kaldırılıp sonra tırısa indirildiği zamanların sonucu, onca yıldan sonra yine aynı, hep aynı. Küçük Ağa'daki kucaklayıcı tavır yok, yine de iki tarafın penceresinden de yaklaşabiliyoruz ve karşımızdaki Anadolu da o dağları çiçeklerle süslü, yemyeşil kırlarında çobanların kaval çaldığı Anadolu değil. Bir şiirle başlayıp yine bir şiirle bitireceğim:
"Kardaş, senin dediklerin yok,
Halay çekilen toprak bu toprak değil.
Çık hele Anadolu'ya,
Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayrı,
O kadar uzak değil."
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Heh, şimdi kağnılarla gitmese de av merakı sayesinde Anadolu'yu gezmiş, görmüş Erduran. Oturduğu yerden Anadolu hakkında yazmamış yani. Bu yüzden bu ne sallıyor lan demek biraz cesaret istiyor. Girişek artık pamps.
Ferhat Gürz, dünyayı gezerek kadınlarla maceralarını yazmak yoluyla hayatını kazanan bir gazeteci. Bunun yanında dostları çok, düşüp kalktığı kadınlar da çok. Bir gün patron çağırıyor bunu, Avusturya'dan Mayer adlı bir gazetecinin geleceğini, ona İstanbul'u dolaştırmasını söylüyor. Bizimki de Galata'ya, Beyoğlu'na falan götürecek tabii, şehrin güzelliklerini gösterecek ya. Amaç bu. Burası süper:
"Yemekte arkadaşlara Avusturyalı muhabirden bahsettim; adamı İstanbul'un 'düzgün ve temiz' yerlerine götürmek istediğimi söyledim. Birisi güldü, 'Hava meydanından çıkarma,' dedi. Bir başkası da denizde gezdirmemi tavsiye etti." (s. 22)
Dsfd, lan en süper şehrimiz ne kadar süper ki köylerimiz de süper olsun, değil mi? Değil, böyle şeylerin en alttan başlaması lazım, tabandan. Hatta ve hatta bütün dünya buna inansa, birlik olsa. Dgfgg.
Ankara'dan Gonokok adlı fotoğrafçı arkadaşını da çağırıyor Ferhat, Mayer'i karşılamaya gidiyor havalimanına. Mayer'in amacı İstanbul'u görmek değilmiş meğerse, 1. Dünya Savaşı sırasında bulunduğu Anadolu'nun köylerini gezmek, Orta Doğu temalı araştırmasında bu köylerin onca yıldan sonra kalkınıp kalkınmadığını görmek. İstikamet Ankara, oradan da jiple bozkır.
Ya Erduran bizi -bizi diyeceğim, daha uygun bir şey gelmedi aklıma- inceden inceye öyle bir eleştiriyor ki gülmemek elde değil. Uçakta oluyor:
"Ciddiyetle gözlüğünü düzeltip aşağısını uzun uzun tetkik ettikten sonra, 'Şu beyazlıkları, ilerideki şu pembe damarları görüyor musunuz? Antimon ve bakır bulunduğunu gösterir.'
Adamın söylediğini Gonokok'a tercüme ettim. 'Bunlar böyledir birader,' dedi. 'Kasımpaşa lağımını göstersen suni petrol yapmak için bu servet kaynağından niçin yararlanmıyorsunuz diye şaşarlar.'" (s. 28)
Şuna gel, böyle güzel bir tespit daha önce yapılmış mıdır?
"Pırrnk pırrnk diye yolun kenarından birkaç keklik kalktı. Sert ve usta kanat darbeleriyle havayı döverek süzülüşlerini seyrederken, köy türkülerinde, 'Bir kuş olup uçsam gitsem' veya 'Kuşlar, şu dağları aşın da yârime haber götürün' kabilinden lafların neden o kadar sık geçtiğini anlar gibi oldum. Bunlar, toprağa mağlup insanın havaya hakim kuşa bakıp bakıp içlenmesiydi. Öyle bir dertti ki bu, sahiden toprağa, suya ve havaya hakim olmaktan başka davası yoktu." (s. 31)
Mükemmel. Türküler bu açıdan hiç incelenmiş midir? Elbette incelenmiştir, bilen ve bunları okuyan biri çıkarsa beni kaynağa yönlendirsin, çok mutlu olurum.
Bunun dışında din ve kadın içeren filmlere rağbet, toprağın insanlara eziyeti, susuzluk, köy yaşamları... Her şey hakkında biraz biraz tokat yiyorsunuz. Şehirli bir çocuk olarak az çok biliyorum; büyük sıkıntılardır onlar. Annemin memleketinde yağmur bekleyen insanlar vardı hâlâ ben çocukken. Her daim mutsuzlardı ve dünyaları çok küçüktü. Açlık belası vardı, borca batmış insanlar vardı. Anasını alıp gitmesi istenenleri ne yazık ki görüyoruz. Köylüler; çok şey yazılıp çizildi haklarında, daha fazla devam etmiyorum.
Erduran'ın "okumuş" tarafının ortaya çıkardığı nefis benzetmeler de mevcut:
"Hizasında bulunduğumuz tepelerin en yükseğine muazzam bir insan kalabalığı tırmanıyordu. Alçalan güneşin önüne düştükleri için tepenin ve insanların yalnız siluetleri görünüyor, pembe ufkun üstünde ağır ağır hareket eden siyah gölgeler bütün manzaraya bir kabus havası veriyordu. Buna bakarken Dante'nin Cehennemini hatırlamamak imkansızdı: ebedi azaba mahkum edilmiş milyonlarca ruh, güneşe yalvarmak için yeraltının meçhul karanlıklarından göğe doğru tırmanıyorlardı sanki." (s. 47)
Mü-kem-mel.
Bundan sonra bir köyde duruyorlar, Ferhat köydeki bir kıza aşık oluyor ve yaptığı onca geziden tiksiniyor, İstanbul'a dönünce ülkenin en büyük yardım kampanyasını düzenliyor gazete aracılığıyla. Çok büyük bir yükün altına giriyor, mesleği, itibarı pamuk ipliğine bağlı. Başarısız olursa boku yer. Parayı tehditle, banka yardımıyla, gazetenin açtığı kampanyayla bir şekilde toparlıyor ve köyün yanındaki ırmaktan su pompalamak için baraj yaptırmaya kalkıyor, yanında hastane ve okul da var. Bir de yolu yeniletecek. Gerisi bildiğimiz hikâye; köydeki dinsel ağlar olaya razı gelmezler, katakulliler, köylüleri din yoluyla kandırmalar, entrikalar, bilmem ne. Ferhat dayak yiyor, tehdit ediliyor, bir sürü olay. En sonunda pes ediyor, gazetesinde yayımlamak üzere yazdığı yazıdan bir parça:
"Şu anda anlamış bulunuyorum ki bu şartlar içinde köyü sırf üstten gelen bir teşebbüsle tutup kalkındırmak mümkün değildir. Muhakkak aşağıdan yukarıya doğru da bir itiş, bir kalkınma şuur ve isteği gerek. KÖY DAVASI, HERKESTEN EVVEL KÖYLÜNÜN DAVASIDIR. Köylü kendi davasına sahip çıkmazsa hiçbir şey yapılamaz. Köylüye aydın ancak yol gösterebilir; kolundan tutup çekemez." (s. 226)
Böyle, değişik bir köy romanı gibi. Son olarak Ferhat'a dikkat. Kelime olarak. Rahatlık anlamı var, ele geçirme anlamı var. Gürz de var peşi sıra. Zorla rahatlık olmaz diyor, iyi günler diliyoruz. Tepeden inen hiçbir devrim uzun süreli olmaz.
"köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ağırkanlı adamlardır.
değişen bir dünyaya karşı
kerpiç duvarlar gibi katı
çakır dikenleri gibi susuz
kayıtsızca direnerek yaşarlar.
aptal, kaba ve kurnazdırlar.
inanarak ve kolayca yalan söylerler.
paraları olsa da
yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
yağmuru, rüzgarı ve güneşi
birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
düşünemezler...
ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
topraklarını
büyütmeye çalışırlar.
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar karılarını döverler
seslerinin tonu yumuşak değildir
dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler.
gazete okumaz ve haksızlığa
ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar.
karşılığı olmadan kimseye yardım etmezler.
adım başı pınar olsa da köylerinde
temiz giyinmez ve her zaman
bir karış sakalla gezerler.
çocuklarını iyi yetiştirmezler
evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur.
birgün olsun dişlerini fırçalamaz
ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
yiğittirler askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
ezim ezim ezilirler.
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
onbir ay gökyüzünden bereket beklerler,
dindardırlar ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
şehre giderler!...
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler
birbirlerinin evlerine ancak
ölümlerde ve düğünlerde giderler.
şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
binlerce yılın kabuğu altında
yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
aldanmak korkusu içinde
sürekli birbirlerini aldatırlar.
bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
karılarından en az on adım önde yürürler
ve bir erkeklik işareti olarak
onları herkesin ortasında azarlarlar.
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar otobüslerde ayakkabılarını çıkarırlar
ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatır,
yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
zengin akrabalarından sözederler.
kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
ama sokağa çıkar çıkmaz hünküre hünküre
yollara tükürürler...
ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ilk akışamdan uyurlar.
yarı gecelerde yıldızlara bakarak
başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
ve yaz güneşlerini, ekinlerini yeşertirse severler.
hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-bu, verimi yüksek bir tohum bile olsa-
sonuçlarını görmeden inanmazlar.
dünyanın gelişimine katkıları yoktur.
mülk düşkünüdürler amansız derecede
bir ülkenin geleceği
küçücük topraklarının ipoteği altındadır
ve bir kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden,
zamanın derin ırmakları önünde...
köylüleri söyleyin nasıl
nasıl kurtaralım"
Şükrü Erbaş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder