18 Temmuz 2013 Perşembe

Mustafa Kutlu - Sır

Alakasız bir yerden bir alıntıyla başlayacağım, hangi kitapta olduğunu hatırlamıyorum ama sanırım son kitaplardan birinde Dumbledore'la Harry Potter konuşurlarken Harry, "Ya ben istemiyorum bu mücadelenin başına geçmeyi, aklımdan hiç geçmemişti," gibi bir şey diyordu, Dumbledore da, "Belki de en iyi liderler, liderliği hiç düşünmemiş erdemli kişilerin arasından çıkar," diyordu. Sır'daki şeyhimizin durumu biraz böyle. Aklında şeyhlik yokken, rençberlik ederken bir anda en üst kademede buluyor kendini. Mevzu Takva'ya benziyor ama Sır'da psikolojik altyapı Takva'daki kadar derin değil, daha çok tekke-şeyh etrafında dönen hadiseler var.

Sekiz hikâye var, bunlar bir şekilde ilk hikâyedeki tarikatla bağlantılı. Sekizinci hikâyede ilk hikâyedeki şeyhe dönüyoruz, devriye tamamlanıyor böylece.

Sır: Rençberlik yapan, kendi halinde yaşayıp giden bir mürit var, bir gece şeyhi geliyor, emaneti kendisine devrettiğini, usulünce himmet etmesini söyleyerek gidiyor. Rençber yalvarıyor, kendisinden önce nice uluların olduğunu, kendisinden önce onların geldiğini söylüyor ama şeyhin kararının üstüne söz söylenmez, çaresiz kabul ediyor.

Ben tasavvuf bilmiyorum, üniversitede okuduğumuz metinler kadar bir şeyler söyleyeceğim. Dergâha yoklukla girersiniz. Tarikte yürümek için her şeyinizi arkada bırakmanız lazım. Mal, mülk, hatta düşünceleriniz, ne varsa. Hikâyelerde bazı bazı bu mevzuyu, öze dönüşü göreceğiz. Rençberin bir anlamda özgürlüğünün elinden alınması gibi. Gündelik hayatın hayhuyunda, mutlu olup olmadığını bilemiyoruz ama olabildiğince dertsiz bir şekilde yaşarken bir anda tepeye varmak... Alışınca memnunluğunu görüyoruz bu sefer, elinden geleni ardına koymadan hem geçimini sağlamaya çalışıyor, hem de insanlara himmet etmek için uğraşıyor. Yer dar, uzaklardan insanlar geliyor bir misafirhane yapmak için. Gayret her işin daha iyisi için.

Buraya kadar her şey güzel, ne zaman dünyevi işler mevzuya giriyor, orada bozulma başlıyor.

"Bitti bir zaman...
Gider iken. Yani köylük yer işte.. Yediğimiz bulgur aşı, içtiğimiz ekşi ayran. Ama dünya metaıdır, helalinden olsun ve temiz olsun, sünnete uygun olsun da nasıl olursa olsun diye biz hizmeti ve ikramı bu ölçüde ve aklımızın erdiği, fikrimizin yettiği gibi israftan ve gösterişten uzak tutup ilerletirken..

(...)

Gûya ki, bizim tekkemize uzaklardan giyinip kuşanıp ve keselerine hayli akça koyup ve Mercedes denilen arabaları ile gece demeyip gündüz demeyip sürüp giden ve geldiğinde ne ise de ayrılıp gittiğinde yüz asıp: 'Perişanlık diz boyudur.. Hizmetler yerli yerince değildir.. Tekkede yatanlar tahta kurusundan bîzar olmakta, yenilen aş aş olmaktan çıkmaktadır, ve sohbette lezzet, zikrullahta bereket kalmamıştır ve daha neler nelerdir' diye dünya ahvaline ve masivaya dair ne kadar kıyl u kal var ise eder olmuşlar..." (s. 13)

Bak şimdi, bulgur-ayrandan aşsızlığa, mütevazılıktan hizmetlerin yerli yerince olmamasına çıkmak bunca basit olduğu zaman ne olacak, dergâhın en kralı, hizmetin en lüksü sunulacak, değil mi? Tabii bundan önce rençberin aslında emaneti almadığı, uydurma şeyh olduğu da kulaktan kulağa yayılıyor. Ben anlamıyorum tekkeden mekkeden tamam da, iftiranın çirkin bir şey olduğunu hepimiz biliriz herhalde, hele böyle bir ortamda. Şunu da alayım da fatality olsun: "(...) Hele ki kimseden bir kaşık yağ, bir tutam ot, bir kuruş akçe hediyedir diye kabul etmememiz dillere destan oldu. Tekkemizin adı fukaraya çıktı." (s. 14)

Şeyhten habersiz şehir yerinde arsa almışlar, tekke inşaatına başlamışlar bile. O gece şeyh, şeyhinin himmetini bekliyor ve, "İmtihandır, kabul edesin," diye fütuhat oluyor. Şeyh peki diyor, olaylar kontrolden çıkıyor. Önce şöyle büyük bir ziyafet... İsraf diz boyu, şeyh rahatsız oluyor haliyle. Ardından şehre yolculuk...

"(...) Sanki ayağı çarıklı, yüzü yanık köylülerden biri değil de, samur kürklü bir şehzade imişiz gibi bizi koltuklayıp Mercedes arabalara bindirerek şehir yerinde inşa ettikleri tekkeye indirdiler.
Ağa şaşırmamak elde değil.
Yahu siz bu kadar parayı helalinden nasıl ve ne yoldan kazandınız da bu tekke binasının duvarına döşemesine sıvadınız.
Yerler silme halı... Ayağın basacak olsan içine gömülecek. Duvarlar kaplama tahta. Abdest mahalleri mermerin en iyisinden. Zikire ayrılan odanın bir ucundan öteki ucu neredeyse görünmüyor.
Görmemişlik zor zenaat." (s. 17)

Şeyhin evinden getirip köşeye bıraktığı eşyalara, bir de tekkenin eşyalarına bir bakışı, bunları karşılaştırması var ki...

Rüyalar görüyor şeyh. Şehir yerinde, bunca israfın içinde sınanacağı söyleniyor. Sadece bu da değil, haliyle insanlar akın akın geliyor ve köy yerindeki sorularla şehirlilerin soruları başka başka oluyor. Müslümanın sağcısı solcusu olur mu, saçımızı şöyle mi böyle mi örtmeliyiz, kalp nakillerinde iman nakli de gerçekleşir mi, bir sürü soru. Bitmedi, işin ucu siyasete dayanıyor tabii. Şeyh, partililere elini öptürecek de hem tekkenin itibarı artacak, hem de tarikattakilerin işleri artacak.

Şeyh aynada bir yüzüne bakıyor, bir kalbine bakıyor, kendini görüyor. Cübbeyi çıkarıyor, sarığı yere koyuyor, sırra kadem basıyor. Arkasından kitaplar yazılıp satılıyor, yeni şeyh olduğunu iddia edenler çıkıyor, tekkeden birkaç tekke daha doğuyor en sonunda. Ayna mevzusu Mavi Kuş'ta da vardı, Aynalı Lokanta mı ne. Ayna izleğini sık kullanıyor galiba Kutlu.

Filmlerden, kitaplardan az çok biliyoruz ama Kutlu'nun anlattığı saf, iman dolu dünyanın nasıl yozlaştırıldığını ilk kez böylesine açık seçik gördüm ben. Üzdü. Oldukça gerçek, etkileyici.

Tarihin Çöp Sepeti: Gazeteci. Artık fıkra mı yazıyor, makale mi yazıyor, bilemiyorum. Cümlesini tamamlayacak, tamamlayamıyor. Patron çağırıyor, partinin yeni başkanının şeyhi görmeye gideceğinden, kendisinin de ses kayıt cihazıyla gitmesi gerektiğinden bahsediyor. Şeyhin kaybolduğu gün sanıyorum.

Sadece öze dönüş yok, kaybedişler de var. İyiliğe giden her yol tarikatlardan geçmiyor elbette. Gazetecinin başladığı yazı, 14-15 yaşlarında bir çocuğun çalışmak zorunda kaldığı havasız, boğucu atölyelerle ilgiliydi. Tamamlayamıyor, çünkü torpil isteyen eski bir tanıdık geliyor, kendisi hakkında bir yazı yazılmasını isteyen bir manken geliyor, siyasiler geliyor derken o kaosun içinde yazı mazı yalan oluyor, yarım yazısını kaldırıp çöpe atıyor gazeteci. Tarihin çöp sepeti. Yazılmamış tarihte ne acılar saklı.

Politik-Vizyon: Yaşlı bir milletvekili, eski günlerdeki lafı geçerliğini kaybetmiş. Apartmandan çıkıp vapura binene kadar önüne kim, ne çıktıysa eleştiriyor içinden. Önemli olan bakanlık vs. değil, sözü geçer biri olabilmekmiş. Eskinin siyasetçileri kalmamış, yeniler Türkçeyi katlediyormuş, bilmem ne. Akşam partiyle birlikte şeyhin evine gidilecek, onu düşünüyor. Bir de vapurda, gazetede okuduğu bir haberi. Önceki parti başkanı, kendisinin saydığı biri vergideki adaletin miktarla ilgili değil, verginin kimden alındığıyla ilgili olduğunu söylemiş, onu düşünüyor. Bu mevzu bizde çok sıkıntılı ne yazık ki. Yani ihtiyacı olup kredi alan, geri ödemede zorlanıp gecikenleri vergi idaresine yönlendirirsin, sonra yandaş şirketlerin vergi borçlarını %90 oranında azaltırsın. İktidarın mantık süper.

Her Ne Var Âlemde: Bir akademisyen, kitaplarına oldukça düşkün. Hayatını kitaplarla geçirmiş, üretmiş bir adam. Şöyle bir dönüp geriye baktığında, antikalaşmış eşyalarıyla ve hayat boyunca hep yanında olan kitaplarıyla karşılaşıyor. Anlatıcının deyişiyle bir "zahir-batın ayrımı" mevcut, anlatıcı içinden Tanpınar'la konuşurken kitaplarından, dolayısıyla yaşamından vazgeçip vazgeçemeyeceğini sorguluyor. Çocukları başka başka yerlerde, dostlar dağılmış... En sonunda her şeyden vazgeçip, "Kitaplarını suya at, öyle gel," diyen efendiye, şeyhe gidiyor ama şeyh de sırra kadem basmış. Kötü bir zamanlama.

Aramakla Bulunmaz: Şeyhi arayan bir mürit üzerinden bir adamın kötülüklerden arınması. Mavi Kuş'takine benzer bir ağa oğlu, har vurup harman savurduktan sonra şeyhin yardımıyla içkiyi, zamparalığı bırakmış. Onun hikâyesi.

Mürit: Efendinin memleketinden yola düşüyor, hikâye zamanına göre uzun bir otobüs yolculuğu... Şehir yeri acayip, onca insan arasında yolunu bulmayı başarıyor ve tekkeye giriyor. Şeyh orada, etrafı çok kalabalık. Müridi görüyor. Bakışıyorlar. Şeyh yerinden kalkamıyor, müridin yanına gelemiyor. Mürit, memleketten getirdiği suyu bırakıp gidiyor, şeyhe dua ediyor. İkisi de aradaki engelleri aşıp geçmeyi edep dışı bildi. Aralığı pek çok dünyalık doldurmuştu, aşılacak gibi değildi. Bence şeyhin içi müridinkinden daha çok yanmıştır.

Satılık Huzur: Yurt dışından yıllar sonra gelen akademisyen, haliyle bıraktığı gibi bulamaz şehri. Yollar, meydanlar değişmiş. Darbe dönemi olduğu için insanlar da değişmiş tabii, rüzgarın estiği tarafa dönüp yolunu bulmuş bir dostla karşılaşınca akademisyen kendi yolunu iyice şaşırıyor. Bıraktığı memleket yok artık,başka bir dünya var önünde. Şeyhe gitmeye karar veriyor akıl almak için.

Cüz Gülü: Son hikâye. Şeyh üç çocuğu izlerken en başa döner. Dünyalık yok, sıkıntı yok. Çocuklar gibi temiz.

Üçüncü çocuğun sopa yardımıyla kurduğu bir şehir var, şeyh için ideal bir şehir. Amir-memur yok, asker yok, ezilen-ezen yok. İdeal bir dünya.

Böyle. Karakterlerin vazgeçtiklerinin yanında asıl husus, siyasi veya bireysel güç kazanmak için yapılanlar. Tekkenin amacından saptırılması, politik dalaverelere alet edilmesi, çıkar dünyaları, bir sürü şey. Mis gibi kitap yeminle. Beyhude Ömrüm kaldı, onu da okursam elimde Kutlu'nun hiçbir kitabı kalmayacak. Daha sonra okuyacağım onu, bir anda bitirmek istemedim şimdi. Mis gibi yazıyor adam. Gördüğünüz yerde alın, pişman olursanız gelin bana basın tokadı.

Mevzuyla alakalı, on numara bir devriyeyle bitiriyorum, iyi günne.


10 yorum:

  1. Kitabı çok güzel yorumlamışsın emeğine sağlık

    YanıtlaSil
  2. Yeni bitirdim kitabı.. Hoş kısımlara değinmişsiniz.. Sıkıcı olduğunu düşünüyordum ancak ilk defa bir Mustafa Kutlu kitabını inceleme fırsatı buldum, bir solukta bitti, kolay okunuşlu, huzurlu bir kitaptı..

    YanıtlaSil
  3. Bu kitap size ne kazandırdı

    YanıtlaSil
  4. kitapta begendiginiz kisa bir cumpe yazarmisiniz

    YanıtlaSil
  5. Aramakla bulunmaz...Ama bulanlar ancak arayanlardır.

    YanıtlaSil
  6. Başarılı bir kitap okunmasını tavsiye ederim.

    YanıtlaSil
  7. Harika bir Mustafa Kutlu kitabı. "Ben aşkı göğsümde bir kurşun gibi taşıyorum/ Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum" İçimizde her an kök salan dünyaya karşı uyanık yaşamak ne zor. Mustafa Kutlu kitapları iyi ki var.Bir dostla samimi sohbet ediyor gibi okunuyor. Sizin tahliliniz de çok başarılı.

    YanıtlaSil
  8. Birisi kitabın karakterlerini söylerenilirmi

    YanıtlaSil