23 Temmuz 2013 Salı

Yevgeni Zamyatin - Biz

Geçen sene Rusça aslından çevirisiyle ilk kez İthaki'den çıktı. Bende 1988 tarihli, Ayrıntı'dan çıkmış ilk baskısı var, İngilizceden çevrilmiş. Muazzam gizli eskici abimden 2 TL'ye almıştım, sene geçen sene.

Ütopyaları okurken hep merak etmişimdir; bir bireyin fikirlerinin, bireyin fikirlerini şekillendiren düşünce sistemlerinin koca bir topluma uygulanması hiçbir sıkıntı oluşturmaz mı, her şey yolunda gider ve bütün insanlar mutlu mu olur diye. Devlet'i düşünüyorum, sonra çeşitlemelerini düşünüyorum. Campanella'nın, Bacon'ın, More'un ütopyalarında mevzular biraz değişse de sonuç aynı. Eğitim, ekonomi, aile ilişkileri düzenli. Her şey tıkırında. Görünüşte böyle, bu sisteme ayak uydurmak istemeyenler ne olacaktı? Dönüştürülmeye mi çalışılacaklar, kovulacaklar mı? Sonuçta devlet de canlı bir varlık sayılır, her ne kadar durağan gözükse de dünyayla birlikte değişmek zorundadır, uyum sağlamak zorundadır veya başkalarını kendine uydurmak zorundadır. Ütopya da kendini yenilemeli. Bunun muhaliflere yansıması nasıl olacak?

Girişte Bülent Somay'ın on numara bir yazısı var. Önce Orwell'le Zamyatin'i ele alıyor. Aynı zamanlarda ne yaptıkları, nerelerde oldukları mesela.

"Orwell, Zamyatin'i bilirdi; Zamyatin'in ise Orwell'den söz edildiğini duyduğu bile meçhul. Zamyatin 1920'de bir roman yazdı; hâlâ ülkesinde basılmıyor. Orwell, Zamyatin'in romanını okudu (1924'te yapılan İngilizce çevirisinden), 1948'de kişileri ve konusuyla ona çok benzer bir roman yazdı: 1984." (s. 6)

Bu basım yasağı Gorbaçov'un açılımları zamanında kalktı galiba, bir yerde okudum ama hatırlamıyorum, bu kitapta olabilir.

Uzun uzun yazmayacağım, kapsamlı bir 1984-Biz karşılaştırması var, benzerlikler ve farklılıklar detaylıca incelenmiş.

Bu yukarıda ütopyalar hakkında düşüncelerimi Somay'ın yazısında, daha geniş bir bakış açısıyla incelenmiş şekilde buldum, sevindim. Kitabın bir bölümünde yer alan "sayıların sonsuz olması gibi devrimlerin de sonsuz olduğu" fikrinden yola çıkarak şöyle diyor Somay:

"(...) Tarihe bir son, gelişmeye bir nihai hedef koyan düşünce tarzı, devrim sonrasını bir evrensel durağanlık hali olarak algılayacaktır. Hedefe varılmış, devrim bitmiştir. Artık sorun dönüştürmek değil, zaten dönüşmüş olanı fedakarca çalışarak güçlendirmek, takviye etmektir. Ya da böyle demektedir yeni iktidar sahipleri. Platon'dan Wells'e kadar tüm geleneksel ütopyacıların temel hatasıdır bu. Ütopya (ister hayal edilerek isterse de 'bilimsel çıkarsamalarla' kurulsun) hep böyle tasarlanageldi: Tarihin, gelişmenin sonu, insanlığın varabileceği en mükemmel toplum biçimi. Ütopyanın kendisinin de gelişmeye açık olması gerektiğine ilk işaret eden Wells oldu, ancak bu fikri geliştirip bir sanat yapıtının temeli haline getiren ilk kişi de Wells'ten büyük ölçüde etkilenmiş olan Zamyatin'dir." (s. 8)

Birilerinin ütopyası, birilerinin distopyası olur. Ütopya baskıcıdır, çelik pençeyi baktığınız her yerde hissedersiniz. Nasıl giyineceğiniz, nasıl eğitim göreceğiniz, nasıl evleneceğiniz, kısacası nasıl yaşayacağınız önceden bellidir. Somay'ın söylediği bir sözle bu kısmı bitiriyorum: "Özgürlük mü, mutluluk mu?" (s. 10) Şahsen eşimin devlet -ya da her neyse- tarafından seçilmesini istemem. "Merhaba Utku Bey, sizin için mü-kem-mel bir eş bulduk."

Tek Devlet var bir tane, insanların benliğini yok edip homojen bir grup oluşturmuş. Almanların toplama kamplarında olduğu gibi insanlar sayılardan ibaret, isimleri yok. Ruhsuz insanlar; duygu yok, hayal yok, hiçbir şey yok. Saydam bir dünyada yaşıyorlar, herhangi bir mahremiyet yok. Tabii kuponlar vasıtasıyla yapılan seks dışında. Geçici olarak paneller indiriliyor gizlilik için.

D-503'ün anı kayıtları üzerinden ilerliyor roman. Günlük olarak ifade etmek zor, herhangi bir tarih düşme, günü gününe kaydetme mevzusu yok. Tabii aylar sonra kaydedilmiş şeyler de yok, en fazla iki, üç günlük aralıklar var. D-503, mensubu olduğu topluluğu seven biri. Sınırları belli ve mutluluk verici bir yaşamın parçası. İntegral adlı uzay gemisi benzeri bir aracın yapımında çalışan bir matematikçi. Bu araçla başka gezegenlere gidip diğer ırkları "aklın boyunduruğu altına almak" gibi bir amaçları var. Tam bir makine gibi çalışıyor insanlar. Böyle bir dünyada insani ihtiyaçların giderilmesindeki zevk duygusu da köreltilmiş. D-503, O-90'la çift. Sevişiyorlar ama bu tamamen ihtiyaç gidermek üzerine kurulu, herhangi bir duygu yok, ya da başlarda yokmuş gibi görünüyor.

"(...) Her sabah milyonlarca kişi, mutlaka aynı saatte ve aynı anda tek bir beden gibi uyanırız. Milyonlarca kişi aynı anda işe başlar, gene milyonlarca kişi uyum içinde işi bitiririz. Tek bir bedene takılmış milyonlarca el ve milyonlarca kafa, Zaman Tablosu'nun düzenlediği biçimde, aynı anda kaşıklarımızı ağzımıza götürürüz. Aynı anda yürüyüşe çıkar, aynı anda Taylor Eksersizleri Salonu'na ya da uyumaya gideriz." (s. 19-20)

Dünya böyle. Paydos zilinde herkes Tek Devlet Marşı'nı söyler falan. Askerliğe benziyor, bir de filmlerde gördüğümüz otokrasinin boyunduruğu altındaki toplumlara. İki Yüzyıl Savaşları'nın ardından Yeşil Duvar'la dünyanın geri kalanından ayrılmış olan bu ülkede doğa, akılla açıklanamadığı için yabancı ve tehlikeli. Sanat, akla dayalı ürünlerin övülmesi haricinde kullanılmıyor, mesela çarpım tablosuyla ilgili bir şiiri çok seviyor D.

E-330 giriyor D-503'ün hayatına. Dönüşüm evresi ağır ağır ilerleyecek; önce E'yi ihbar etmeyi düşünüyor D, çünkü E sisteme muhalif bir kadın. Sonra aşık olduğunu fark edecek, E'nin çekimine karşı koyamayacak. Doktora gidecek, doktor kendisinde "ruh" oluştuğunu söyleyecek. Tahmin edileceği gibi çağın en kötü hastalığı bu; ruh oluşması. Ruhu olan insan düşünür, hisseder falan, öyle ya. D, O'dan ayrılacak, çünkü aklında hep E olacak. D'nin, "İnsanı suçtan kurtarmak için özgürlükten kurtarmak gerekir." (s. 34) düşüncesine açılan oyuk büyüyecek, aşkın akıl alıcılığı var çünkü.

Sonrası biraz bildiğimiz şeyler. Gizli bir örgüt var, Tek Devlet'e karşı. İntegral'i ele geçirmek için D'yi kullanmak istiyorlar, E bu yüzden yanaşıyor D'ye. Bir isyan denemesi, D'nin kafasının cortlatılması ve sisteme dönüş. Özgürlüğün olmadığı mutluluğa devam. Bir benzerini The Matrix'ten hatırlarız, Cypher'ın bizim elemanları satışını düşünün. Hiçbir şeyin farkında değilken özgür olmadığınızı nasıl fark edebilirsiniz, hele mutluysanız?

Distopyaların babası bu, diğerleriyle kıyaslandığı zaman elbette basit gelebilir ama değerinden bir şey kaybetmiyor. Yazıldığı zamanda SSCB'nin adı SSCB bile değildi, Lenin yeni yeni palazlanıyordu, gulag nam insanlık trajedileri de yeni yeni kuruluyordu. Müthiş bir öngörü denilemez belki ama olayların nereye gidebileceğini iyi tahlil etmiş Zamyatin. Tabii kendisi bayağı iyimsermiş; bu çalışma kamplarında ölen milyonlarca insan, Tek Devlet'in çatısı altında ruhsuz fakat mutlu olarak dolanıyor.

Güzel bayağı, gönül rahatlığıyla alınabilir. Birinci elini falan da alabilirsiniz, ödediğiniz para için pişman olmazsınız.

Ek: "Hava kurşun gibi ağır" diye bir cümle var. Çevirmen kaynaklı mı bilmiyorum ama gülümsedim, bir etkilenme olmuş mudur acaba? Bunu bilmiyorum ama E'nin 2x2=4 olayını övmesi güzeldi, Zamyatin'den Dostoyevski'ye bir pas.

3 yorum:

  1. Yanlış hatırlamıyorsam 80'lerin sonunda basılmış bu kitap Rusya'da. Neden hep 1984'ten bahsederler de Biz'den bahsetmezler bilmiyorum. Ben de Ayrıntı yayınlarından okumuş ve çevirisinden mi yazılışından mı bilmem zorlanmıştım. İthaki baskısını da okumayı düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  2. Ben de geçenlerde okudum İthaki'den çıkanı.
    "Birilerinin ütopyası, birilerinin distopyasıdır" ne kadar doğru. Herkesin özgür ve mutlu olabildiği bir dünya gerek. Bunun için de belki ideal devleti değil de devletsizliği aramalı... Bilmem, belki.

    Ben ilk 1984'ü okumuştum. Okudun mu bilmiyorum. O biraz daha duygu yüklüydü herhalde, Biz daha mekanik gibi. Ama evet bir sürü benzerlik var.

    Bi şey daha söyliycektim ama unuttum.

    YanıtlaSil
  3. Kara Dörtleme diyorlar. 1984, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451, bir de bu. Tamamlamış oldum.

    Çok düşünmüşler, hala da düşünüyorlardır ideal devlet nasıl olmalıdır diye. İdeal insan ortada yokken boş bir çaba. Yani herkes dönüşümlü işlerde çalışıyor falan, kaynak bol, dünya süper. İş bunun kaymağını yemeye gelince halka talkım kalıyor. Devlet babamız, bizim için en iyisini düşünen velinimetimiz. Oysa ideoloji insandır, devlet değil. İnsan ya, bildiğimiz. Ne kadar kusursuzuz ki başkalarını yönetmeyi düşünüyoruz? Birbiriyle uyumlu onca mükemmel sistemin gelip dayandığı nokta şu: Tepede olan yönetir. Pff, sen koca bir ülkeyi bir/bir grup insana devredersen orada her şey olur. Bizde 5 değil, 20 değil, 50 değil, 550 tane var mesela, pek bir işe yaradıkları söylenemez.

    1984'ün farkı, kaybedeceği -bence- en başından belli olan bir erken kaybedeni izliyor olmamız. Bir de tabii ortam daha bunaltıcı. Burada insanlar koşulsuz moşulsuz mutlu.

    Ya ben de bulsam oradan okurum, sıkıntılar vardı gerçekten. "Velinimet" diye bir şey vardı. Daha farklı çevrilebilirdi diye düşünüyorum ama çevirmen değilim tabii, bilemedim. Versus da basmış. Telifsizliğin gözünü seveyim.

    YanıtlaSil