30 Ocak 2016 Cumartesi

Mark Watson - On Bir

Radyo hiç dinlemiyorum. Ortaokuldayken kasetlere şarkı çekerdim, okula giderken Limp Bizkit falan dinlemek güzel oluyordu, onun dışında bir ilgim olmasa da radyoyla ilgili filmleri, kitapları sevdim. Elektronik sosyalleşme hadisesi hayretimi uyandırdı. Bauman'ın teknolojiyle ilgili fikirlerini hatırlıyorum, insanlar artık daha yakın. Daha da uzak, aynı şekilde. Nicelik ve nitelik ters orantılı. Sese, görüntüye indirgenmiş bir sosyal yaşam. Daha distopik bir dünya düşünemiyorum.

Filmler geliyor aklıma. Bizde Günaydın İstanbul Kardeş vardı, televizyon için çekilen bir film. Tek boyuttan -radyo- çok boyuta -yaşam- geçen bir ilişkinin izlediği yol anlatılıyordu. Kaybedenler Kulübü, fenomen. Woody Allen'ın müthiş filmi Radio Days var ama bağlamı değişik, radyo üzerinden Amerikan yaşamı var orada. Benim üstünde durmak istediklerim Good Morning Vietnam, Talk to Me ve en başta Talk Radio. İlkinde Vietnam'da terör estiren ABD askerlerinin moralini tavan yapan bir Robin Williams vardı, inceden inceden giydirirdi mevzuya. İkincisi, Don Cheadle'ın müthiş oyunculuğuyla bezeli. Radyocuların dünyası zor, özellikle şöhrete doğru uzananları için.

Son film, benim ilk 10 listemde, muazzam bir film. Bütün o yalnızlar, sapıklar, intihara meyilliler, bağımlılar hakkında. Hepsine göğüs geren bir adam, o da konuştuğu insanlardan pek farklı bir yaşam sürmüyor en başta, yıldızı parladıkça yükseliyor ve kendi programını yapmaya başlıyor, O tek, diğerlerinin hepsi. Mükemmel bir sekansı var, buraya alıyorum. Bir yerlerden bulup izleyin. Hatta buldum sizin için: Talk Radio


Buradan izlenmiyormuş galiba, karıncaların tepesindeki linke tıklarsanız gidersiniz.

Mark Watson'ın kitabını askerden gelir gelmez aldım, Domingo'yu uzunca bir süredir takip ediyorum. Allah cirolarını artırsın, güzel kitaplar basıyorlar.

İçerdiği Magnolia kurgusu bir yana, radyocu Xavier Ireland'ın (XI) kendi hikâyesiyle de iki farklı olay dizimini birleştiriyor anlatı. Her şeyin bir sebebi var mantığı, bir nevi kelebek etkisi romanın ana konusu. Xavier kardeşimiz, Melbourne'da doğuyor, o zamanlar adı Chris. Tek haneli yaşlarının ortasında tanıştığı üç arkadaşıyla birlikte dörtlü çeteyi oluşturuyorlar, iki kız ve iki erkek. Trikotajla alakası olan kader -ulan Ruhsar'ı özledim- ağlarını örüyor ve bunları sevgili yapıyor, sonra diğer ikilinin çocuğu oluyor, Chris bir talihsizlik yaşıyor ve üç arkadaşını, ailesini, Avustralya'yı bırakıp İngiltere'ye taşınıyor, adını değiştiriyor. Geçmişe küsüyor bir anlamda. Radyo programı yapmaya başlıyor, sıkıntılı insanlara yardım ediyor falan. Ayvayı yemiş durumda, kendiyle bir türlü barışamıyor ve sağlıklı ilişkiler kuramıyor falan.

Yine bildiğimiz olay; iki alakasız insanın birbirini bulup hayatlarını toparlamaları. Çın Sabahta, bir Nezihe Meriç oyunudur ve bu mevzuyu süper anlatır. Nispeten Good Will Hunting var, Finding Forrester yine mevzuyla alakalı bomba bir film. Ensemble, c'est tout var yine, bir de Intouchables nam çok tatlı bir diğer filmde olay işleniyor. Neyse, burada da Pippa adlı bir temizlikçi kız var ki şeker bir şey, Xavier'ın aklını alıyor ve adamı düştüğü boşluktan çekip çıkarıyor diyebiliriz. Kaba özet bu, aradaki komik diyaloglar, olaylar falan işin çerezi.

İç içe geçmiş kurgu dedik, o da şu ki Xavier pısırığı sokakta dayak yiyen bir çocuğu kabadayı veletlerin elinden kurtaramıyor. 11 kişilik bir zincirleme reaksiyon başlatıyor bu olay, çemberin son adamı yine Xavier ve sürpriz son.

Xavier'ın acısı ve determinizm üstüne birkaç şey: Laplace, "Herhangi bir anda tabiatta bulunan kuvvetlerin tümünü, kainatı oluşturan nesnelerin pozisyonları ile birlikte bilen bir akıl, kainatın geleceğini de bilir," buyurmuş. Ne hikmettir ki bizim kibrimiz sağ olsun, her şeyin elimizde olduğunu düşünmemize yol açıyor. Gelin bunu bir de Anadolu'nun köylerinden birinde, kahvede pişpirik atarken kafalarına inek düşen -gerçek olay, isteyen araştırabilir- köylü dayılara soralım. Hayır duaları edeceklerdir. Anlaşılamamış bir düzen içinde sebep-sonuç ilişkisi kurmak zor, bu yüzden Xavier'ın acısı kalıcı. Başına gelene bir sebep bulamadığı için acısı hep çözülmemiş, donuk olarak kalacak. Bu acıdan kurtulmanın tek yolu gezegen değiştirmeye beş kala bir kaçış değil, kendini affetmesi, değerlerine sadık kalması falan. Yıldırım Keskin'in bir sözü bu, yaşamın anlamsızlığı karşısında kendimizden başka sarılacak hiçbir şeyimiz yok. Ne yazık ki/tanrıya şükür.

Çok çok başarılı değil, zaman kaybı hiç değil. Kuramsci falan okumaktan sıkılan varsa edinebilir.

Kitap görselini buradan aldım, hırsızlığımın kaynağı belli olsun.

Bu da tüm sevip de kavuşamayanlara:

2 yorum:

  1. ah kitaplardananlamayanamaanlayanadam bir de kitap seçimini yani satın alırken listeni falan filanı nasıl yaptığını anlatsan.neler etkili oluyor merak ediyorum pek çok. simdiden mersiler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. size de çok mersi bokular.
      canım sıkılıyor, yazmakla uğraşayım. benim taktik şu: ilgi alanı, yazar, yayınevi, çevirmen. bu kitap üstünden gideyim.

      ilgi alanı: "seni seviyorum ama başkasına aşığım" tarzı parlak kapaklı şeyler olmadığı malum, kendi zevkim gelişti ama fantastik kuntastik, BK gibi şeyler bir tık önde. çok rezalet şeyler de okunuyor bir fikir gelişene kadar, ona yapacak bir şey yok.

      yazar: eh, yukarısı. biraz da şans vermeyle alakalı. mesela adamın türkçedeki ilk kitabı bu, bunu okusam mı, bir şans vereyim mi, falan.

      yayınevi: leş kitaplar basmıyor mu sevdiğimiz yayınevleri, basıyor. yan kuruluşlar, bilmem nelerle de idare etmeye çalışıyorlar. bir tane baba kitaplar basan var, yancı da niteliksiz şeyler basıp para kazanıyor ve asıl mevzuya aktarıyor. bazıları buna dikkat etmiyor bile, aynı potadan salıyor ne varsa. rezillik ama bu iş böyle ne yazık ki. o yüzden "x yayınevi ne bassa alınır" diyemiyorum, çoğunlukla alınır. sel, alakarga, ayrıntı, monokl, doruk, pinhan, bunları gözüm kapalı alırım. çeviri kalitesi işin başka bir boyutu tabii.

      çevirmen: dost körpe. günahıyla sevabıyla tecrübeli bir adam. bir de kronik'e bir şarkı sözü yazmış, oradan da seviyorum kendisini.

      bunlar dışında sürekli bir açlık. yeni ne var, güzel ne var, bunların avına çıkıyorum sürekli. misal dün luigi pirandello'nun gölge adam diye bir kitabını buldum sahafta, parasına bakmadan aldım. varlık'ın 60 sene evvel bastıklarından. şans da var, nereden ne çıkacağı belli olmaz. cevdet bey ve oğulları'nın tertemiz ilk baskısını 20 tl'ye almıştım. falan.

      böyle bi' şeyler.

      Sil