12 Mart 2015 Perşembe

Kolektif - İstanbul'un Dört Çağı

1993'te İstanbul konulu dört panel düzenlenmiş, 1996'da konuşmalar kitaplaştırılmış. Zamanında YKY'nin salı toplantıları oluyormuş, her toplantıda ayrı bir konu üzerine alanında uzman kişiler gelip konuşuyorlarmış falan, güzel işler yapılmış.

"Bizans" kelimesinin 19. yy. sonlarında ortaya çıktığını öğreniyoruz. Bizans araştırmaları konusunda birden çok dergi çıkıyormuş, özellikle Almanlar ilgileniyormuş mevzuyla. Bizans araştırmalarıyla ilgili yayınlar hakkında şöyle bir bilgi veriliyor, Salvador Miranda adlı İspanyol bir zatın araştırması en ilginç olanı. "Siz yanlış biliyorsunuz lan, en doğrusunu ben biliyorum," diyerek çıkıp bir kitap yazmış, sınırlı sayıda bastırmış falan.

Edirnekapı civarında hayvan pazarı kurulurmuş, yemek alışkanlıkları bizden pek farklı değilmiş. Evler ferahsa da sokaklar darmış ve pismiş, bu olay nedense adamların imzası adeta. Şimdi bir şey okuyorum da, orada yazdığına göre Atina'nın ve Roma'nın altın çağlarında ortalığı bok götürürmüş çok affedersiniz. Camdan sokağa dışkı atmalar, dışkılarla insan cesetlerini bir çukurda toplayıp çukuru kapatmadan öylece bırakmalar, bilmem ne. Geyiği bilirsiniz, Fransız soyluları falan donu indirip yol kenarına yükü bırakırlarmış. İnanırım. Sonuçta Sokrates'in güzelim Akropolis'te pırtlatmış olması mümkün. Bu konuda kaynak önerebileceklere teşekkür ederim.

Roma mimarisindeki dikey yapı saplantısı sürüyor, su kanalları açılıyor, birçok kilise ve manastır inşa ediliyor. Haçlılar şehri yağmaladıktan sonra nüfusun çoğu şehri terk ediyor, kıyı kesimler dışında yerleşim yeri pek kalmıyor.

Şehrin antik kimliği bin yıla yakın bir süre varlığını sürdürüyor. I. Constantinus döneminde Hıristiyanlık yayılmaya başlıyor, yine de pagan tapınaklar yıktırılmıyor. Şehrin kimliği yavaş yavaş değişiyor, bir ortaçağ şehri çıkıyor ortaya. Kiliseler, hamamlar, araba yarışları falan. Bizans ustaları pek meşhur, Türkler civarda dolanmaya başlayınca bu ustalar bayındırlık işlerinde kullanılıyor. Konuşmacılar Ali Fuat Köprülü'ye sitem ediyorlar bu hususta. Köprülü, bu ustaların varlığını yadsımış ve mevzu hakkında yapılacak çalışmalara set vurmuş ama adamlara göre mimari farklılıklar ortada.

Bir de Konstantiniye olayı var. Osmanlı padişahları sallamamışlar bu ismi, hatta sikkelerin vs. üstünde bile Konstantiniye yazarmış. III. Mustafa bunu yasaklamak istemiş ama sallamamış kimse.

İlber Ortaylı Osmanlı zamanlarını anlatmaya başlayınca kopup gidiyor. Bizans'ta Müslüman mahallesi varmış, kentleşme kapsamında ihtiyar heyetine benzer kurumlar yerini güçlü, dinamik bir yapıya bırakmış. Nüfus hakkındaki söylentileri de cevaplıyor Ortaylı, milyona ulaşan bir nüfus ancak XX. yüzyılda görülüyormuş, öncesinde hiçbir ortaçağ kenti böyle bir nüfusu kaldıramazmış, örneğin Pisa XIII. yüzyılda 300 bini gördüğü anda bir salgın sonucu zortlamış. Çünkü yukarıda bahsettiğim o kakalı haller. Fatih, Vefa gibi yerlerde ilmiye sınıfı otururmuş, İstanbul'a yeni kimliğini Fatih Sultan Mehmet kazandırmış. Bu mevzu ilginç, sarayın yenilikler konusunda pilot bölge olduğu belirtiliyor. Ülkeye getirilecek her yenilik önce sarayda deneniyor, inceleniyor, sonra memleketin dört bir yanında uygulamaya sokuluyor falan. Böyle şeyler.

Cumhuriyet dönemi için dönemin mentalitesini incelemek gerekiyor. "Köye dönüş" temalı bir perspektif doğrultusunda kent üzerine pek bir araştırma yapılmamış, köy üzerineyse birçok çalışma var. Atatürk'ün 1927'ye kadar İstanbul'a küs kaldığı da söyleniyor. İttihatçılar, Osmanlı derken şehirle pek ilgilenilmemiş kısaca. Bir de şehir planlamacılığı mevzusu var. Bu çaba ilk olarak 1838'de ortaya çıkmış, şehir parsellere ayrılıyordu galiba, küçük parçalar üzerinde çalışılsa da bağlantı noktaları biraz doğaçlama gelişmiş. Sık kullanılan yollar kendi varlıklarını dayatmış, planla doğal düzen arasında pek bir bağ kurulamamış. Mimaride de bu uyumsuzluk var. Deprem oluyor, tahta evler çıkıyor ortaya. Bu sefer de şehir yanıyor. XIX. yüzyılda yangınsız gün olmazmış. Tanpınar anlatıyor ya Beş Şehir'inde, çekirdek çitlerlermiş yangının karşısında, sandalye falan atarlarmış izlemek için. İnsanlık namına bir kova su al da döküver be piç. Çok sinirleniyorum böyle olaylara.

Konuşmacılardan birinin laf arasında söylediği bir şey var ki kara kara güldüm. Katastrofik bir deprem olacağı söylentileri varmış yakın bir tarihte. Sene 1993. Biraz alaycı bir şekilde yaklaşıyor olaya konuşmacı, bu depremi bekleyenlere "şeamet tellâlları" diyor. Ulan ya.

Son bölüm İstanbul'un geleceğiyle ilgili. İstanbul kapitalin merkezi haline gelirse süper olurmuş falan. Geçelim.

Böyle. Güzel bir kitap. Evet.

Jimi bugün.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder