15 Mart 2017 Çarşamba

Hüseyin Peker - Rüzgârlı Ceket

Peker'in öykülerinde iki şeyi çok seviyorum, biri doğalarının ötesindeki, berisindeki, tam ortasındaki imgelere açık nesneler. Arkadan parlayarak bakan bozuk paralar, dünyanın en gereksiz saat kuleleri olarak insanlar, göğün ıslak yarasından başlayan sabah, bir çok şey. İkincisi şiirle öykü arasına sıkışmış anlatılar. Son öyküde şu: "Kimseye benzemeyen imgeler parlattığını fark ettiğin gün, hayat seni daha fazla gün almaya taşıdı." (s. 137) Hayat, biçimini çoğaltanları kolay kolay yollamıyormuş gibi. Türevleri içinde Peker'in duyarlılığı pek erken patlamış, toparlaması sonraya kalmış bir volkanı andırıyor. Gök kapanmış, şiir olmuş da yamaçlardan öyküler derlenmiş sanki. Nasıl anlatsam... Sahaftan şiirlerini bulup aldım, sonra öykülerini ve romanlarını okudum. Almaşık bir ağaçtır herhalde Peker, yere/göğe dallarla kökler birbirine dolaşık büyür. Bilen görür, Seferis'in yaşadığı evi araya dereye sıkıştırması kadar güzel bir inceliği kim nereden bulacak yoksa?

Pek röportajı yok Peker'in, Facebook'tan takip ediyorum ara sıra. Dergilere şiirler yazıyor, başkaca da... Yaşıyordur herhalde istediğince. Büyük uğraş. Uğraşı karakterlerine de yansıyor, sürgit sıkıntıların tam orta yerinde yakalıyor onları Peker. Kriz anları, doruk anları, üç beş sayfaya sıkıştırılmış durumda, sihirleri cabası. Kesik, parçalı anlatı sağ olsun.

Dört bölüm.

Deprem Artıkları: Aynı adlı öyküde Ender. Parçalı ailenin yırtan tek ferdi, askerliğinin yanına hukuk eğitimini sıkıştırır, Kocaeli'de içtihatların arasında ölür. Halasıyla annesi otobüse atlayıp Kocaeli'ye giderler, yolda ayrı ayrı Ender'i hatırlarlar. Biri acısının koruna gömülür, diğeri yıkıntılar arasında pahada ağır ne varsa torbasına koyup götürmek ister. Geçmişinden geriye ne kaldıysa yanına almak için son fırsat. Sonu da kalmamış ya.

Yine torba. Peker'in çoğu öyküsünde torbaya denk gelirsiniz. Eli Torbalı Adam başka bir şey.

İki Sarsıntı'da Gölcük'ün yıkıntıları arasında kalmaktan son anda kurtulan adam, kendisini terk eden eşiyle çocuğunu ararken alımlı bir kadına rastlar. Her yeri deniz kokusunun kapladığı bir geceden sağ kurtulduğunda güdülenir, çoğalmaya. Kaç sarsıntı ama; kadından tat alamayacağını anlaması bir, eşi falan iki, sarsıntının kendisi üç, kendisi dört?

Yılancı Gerilla. Kayıp askerli öykü, hani şu babasının aradığı, Telos'tan çıkan başka bir kitapta da vardı. Geçtim. Cabir. Yakılan köyünden kurtulduğunda eş dost yardımıyla yaşama başka bir yerinden taktı kancayı, üç de çocuk yaptı. Evlendirdi birini, yakılan evinininki gibi bir anahtarı oğluna verdi. Evler barınmak için ama alevlerin döşeği başka.

Diğer öykülerde düşen gölgenin bırakmadığı bereket var, dağ ve askerler arasına sıkışmış insanların hikâyelerinde zulüm kısık sesli, orada bir yerde. Cudi'nin eteklerinden akan sulara ahlar karışmıştır.

Geri kalanlara ne diyeceğim, geçinmenin yirmi farklı yüzünden hiçbiri gülmüyor desem yetmez, bayram sabahlarının birahane hikâyeleri buruktur desem yetmez, toplumun ayrı kutuplara attığı kadınla erkeğin birbirini bulamaması derttir desem yine yetmez.

Peker çok, çok kendine has. Siz görmezseniz kimse söylemez, ben söyleyeyim. Ucundan yakalamaya bakın, okuyun bence.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder