8 Kasım 2019 Cuma

Bohumil Hrabal - Gürültülü Yalnızlık

Baskısı uzun süredir yoktu, Notos sağ olsun. Hrabal'ın presçilik günleri II. Dünya Savaşı'ndan birkaç yıl sonrasına denk geliyor, Hitler'den sonra Sovyetler baskı yapıyor ve kitaplar toplatılıyor, yakılıyor veya hamur haline getiriliyor, Hrabal bu yok etme işleminin tam ortasında. Anlatıda geçen kitapların gerçekten Hrabal'ın elinden geçtiğini düşünüyorum, Tolstoy geçmiyor ama Rus edebiyatının preslenmesinden sonra Kant, Nietzsche gibi Almanlar aynı akıbete uğramıştır büyük ihtimal. Haňt'a kurtarabildiği kitapları kurtarıp evini kağıttan eve çevirerek bildiği dünyanın yaşamasını sağlamaya çalışıyor gerçi, bir Almanın yanında Rus yazarlara rastlayabiliyoruz ama o dönemde ikisinin yan yana gelebileceği nadir durumlardan biri bu, Haňt'a onca kitabın altında kalıp boğularak ölme tehlikesine rağmen kitapları istiflemeyi sürdürüyor. Otuz beş yıllık presleme kariyerine kendini ve kitapları kurtarma niyetiyle devam ederken eline geçen nadir metinleri kendisini ziyaret eden bir profesöre veriyor, bira parasını çıkarıyor böylece. Hayatla baş edebilmek için sığındığı şeylerden birinin alkol olduğunu söyleyebiliriz, belki de düşüncelerinin akış hızı ayık gezmemesinde saklıdır. Geçmişine, çocukluğuna dair acı veren hatıralardan başka pek bir şey kalmadığı için şimdisine odaklanıyor ve durmadan, ara vermeden anlatıyor. Birkaç günde bir yakaladığı hızı kayıt altına almak ister gibi. Her bölüm bir veya birkaç gün. Bölümlerin çoğu aynı şekilde başlıyor, otuz beş yıldır kağıt işinde çalıştığını söylüyor Haňt'a, yaşamı elinden kayıp gidecekmiş de tutmaya çalışıyormuş gibi. Güzelce balyalanmış kitaplardan havaya karışan harfleri bir arada tutuyor, anlatısını bu harflerle kurduğunu düşünebiliriz: Bir kitap olarak Haňt'a. En sonunda kendisini de balyalaması daha sağlam bir anlama kavuşuyor böylece. Sadece harfleri değil, sözcükleri ve cümleleri de yakalıyor arada, Homeros'un yazıya geçmeden önce havada süzülen cümlelerinden farksızdır o cümleler, iyi bir kitaptan gelirler. Haňt'a iyi kitapları bir balyaya sıkıştırır, böylece yığının arasına değerli bir parça katarak bütünü de kıymetli hale getirir, en azından bunu yapar kitaplar için. "Hangi balya Goethe ve Schiller'e, hangisi Hölderlin ve Nietzsche'ye mezar olmuş, bilen bir tek ben varım." (s. 14) Arada sırada patronu gelir, neler döndüğünden haberi olmadan Haňt'a'ya kızar, kendisinden memnun olmadığını söyler ve hışımla gider. Haňt'a için küçük bir sıkıntı, fazlası değil. Onun büyük hayalleri vardır, beş yıl içinde emekli olup biriktirdiği parayla kendi pres makinesini alarak on kat müthiş bir balya, bir sanat eseri yapmanın hayaliyle yaşar. Ünlü resimlerin röprodüksiyonlarıyla balyaları sardığı da olur, böylece iktidar tarafından yasaklanan sanat eserlerinin benzerlerini yaratır. Gözünün önünde gerçekleşen imhalardan sonra bu karara varır, Prusya Kraliyet Kütüphanesi'nden getirilen kitapların başına geleni gördükten sonra. Savaş sırasında bu kitaplar saklanır ama bir ihbarcı gizli deponun yerini söyler, nadir kitaplar bir kamyona yüklenir ve yağmurun altında uzunca bir süre bekletilir. Haňt'a'nın gözyaşları yağmura karışır, kitaplardan sızan mürekkep toprağa karışır. Haňt'a o sırada kitapları preslemenin güzelliğini kavrar, onca metin bir aradayken yağmurun, ateşin ve basıncın yıpratıcı etkisinden nispeten korunacaktır. Kilosu bir krondan satılan onca nadir paçavrayı vagonlara yükleyen Haňt'a için gelecek planları hazırdır.

Pres makinesini koyacağı bahçe dayısına ait, bu dayıdan biraz bahsetmek lazım. Eski bir demiryolcudur dayı, Haňt'a nasıl kitaplara düşkünse o da lokomotiflere düşkündür, yok olmaktan kurtardığı küçük bir lokomotifi arkadaşlarının da yardımıyla harekete geçirir ve eski günlerine döner, lokomotifine günaşırı atlayıp kısa bir rota üzerinde yolculuğa çıkar. Haňt'a'nın annesi yakılıp kül edildiği sırada dayı oradadır, yeğeninin yaşama tutunmasını sağlar. Ölümünün soğukkanlılıkla karşılanması anlaşılabilir bir durum, annesinin yakıldığını gören ve geriye kalan külleri alan Haňt'a, dayısının yarı çürümüş bedenini yerden kazırken gayet normal bir şey yapmış gibi anlatır başından geçenleri. Kulübesinde kalp krizinden ölen dayının cesedine günler sonra ulaşılır, bedenden geriye kalanlar kurtlar ve sineklerle kaplı bir şekilde yerde durmaktadır. Haňt'a kazıma işleminden sonra dayısından kalan son parçaları tabuta koyar, ailesinin son ferdini uğurlar. Sakince. Etrafındaki dehşetten ve yaşadıklarından ötürü insanlara karşı büyük ölçüde hissizleştiği için kitaplara düşkünlüğünü bir parça anlayabiliyoruz, her balyanın bir kaybın yerini tutacağı düşünülürse güzelleştirme çabası acıyla baş etme yolu olarak belirir, bir nevi savunma mekanizması. Ailenin yitişinden sonra sevdiği kadınları da anımsar Haňt'a, Mančinka'yla yaşadıkları anlatının absürtlüğünün bir parçasını oluşturuyor. Dansa gittikleri zaman Mančinka elbisesinin bir parçasına dışkı bulaştırır ve temas ettiği herkesi boklar, bu yüzden adı Bokkafa Mančinka'ya çıkar. Kayak yapmaya giderler, yine aynı durum. Saçma. Saçmalığın ölçüsünde anlık hatırlamalar çoğalıyor, anlatı hemen yön değiştirebiliyor, örneğin bu olayı anlatan Haňt'a ansızın atık kağıt preslediğini söyleyerek başka bir mevzuya geçer, değindiği konular kişisel tarihinden Hitler'in eziyetlerine kadar varır ve genellikle bölümün sonlarında her şeyi toparlar, birbirine bağlar, açık kapı bırakmaz. Bunlara sonra değineceğim, çingene kızlardan da bahsetmem lazım. Savaştan önce iş yerine gelen çingeneler var, Haňt'a bu kızları pek seviyor, yaşamın coşkusunu taşıyan insanlar olduklarını düşünüyor. Çingenelerin tarihine dair birtakım malumatlar sunduktan sonra kilit bilgiyi veriyor, sevgilisi olan çingenenin işgaller başladıktan sonra götürüldüğünü, kamplardan birine kapatıldığını ve öldürüldüğünü söylüyor. Sevgiyle bir parça olsun tutunabildiği yaşama karşı hissizlik geliştiriyor, daha fazla acı çekmemek için. Kadınların uzak geçmişte kaldığını sezebiliriz, şimdisinde karşısına çıkan kadınlardan hemen hiç bahsetmiyor Haňt'a, Prag'a gidip şehirde dolanırken sadece kendine odaklı olduğunu, bir iki örnek dışında insanları umursamadığını görüyoruz. Bu şehir kısmının başlangıç noktası ilginç, bir öğleden sonra mezbahadan bir kamyon dolusu kanlı kağıt ve karton getiriliyor, Haňt'a'nın eli yüzü kan oluyor, işi bitince şehre iniyor ve çürümüş kitapların kokusuyla kan lekelerinin oluşturduğu kombin insanları korkutuyor, karşımıza nadiren çıkan kadınlardan biri Haňt'a'dan uzak durmaya çalışıyor falan, Haňt'a Prag'ın kanalizasyonlarında çatışan iki sıçan grubunun mücadelesini de anlatıyor ve bütün leşliğiyle farelerin arasına koyuyor kendini, pek bir farkları yokmuş gibi. Böyle bir yalnızlık adamın çektiği, makinenin gürültülerine karışanından.

Anlatıda geçen kültürel ögeye bakayım biraz, İsa'nın o yıkımda kimi diriltip kimi kurtaracağı pek belli olmadığı için Lao Tzu'yu diğer kefeye koyuyor Haňt'a, peygamberle filozofu karşı karşıya yerleştirip umutla umutsuzluğu dengeliyor denebilir. Lao Tzu derin bir melankoliye dalmış, İsa'nın umudunun onda birini taşımıyor, gelgitin bir ucunu temsil ediyor. Progressus ad futurum ve regressus ad originem kavramları karşımıza sıklıkla çıktığı için anlatılmalı. Görü duruluğu aslında, geleceğin ve geçmişin bütünlüğü sağlanınca her şey daha anlamlı hale gelir Haňt'a için. Geçmiş sürer, geleceğe doğru uzanır ve acıyı şimdiye taşır. Geleceğin ayağı geçmiştedir, acıyı şimdiye getirir. Kısılmışlık. Alttan alta Hellen uygarlığının uzantıları arasındaki anlaşmazlıklar da işleniyor, Haňt'a'nın Yunanistan'a gitmeyi hayal etmesi belki de geçmişteki kopuşları kaynaktan itibaren düzeltmek için, filozoflarla birlikte düşünerek, okuyarak dünyayı bambaşka bir yer haline getirebilir. Aşırı bir yorum, bunu düşünemeyecek kadar uyuşmuş durumda. Hiçbir şeyi değiştirecek durumda değil, Sosyalist İşçi Birliği her yere el attığı gibi pres işine de bulaşıyor ve Haňt'a'yı işinden ediyor. Patron iki genç adamla çıkageldiği zaman başına gelecekleri kestirebiliyor bizimki, dünyanın değiştiğini kabullenmese de biliyor. Sovyet güdümlü yönetim ekonomik faaliyetleri tekrar düzenlediğinde daha verimli bir iş hayatına merhaba diyor insanlar, Haňt'a'ysa yıllardır çalıştığı işten atılıyor, kendini son bir kez şehre vuruyor ve onca bina, onca arkadaş birbirine karışıyor. Son teknolojinin ürünü pres makinesi de önemli, Haňt'a kısa bir süre sonra vasıfsız bir eleman haline geleceğini anlıyor makineyi gördükten sonra, ekonomik projeler sonucu atılmasaydı teknoloji işini bitirecekti zaten. Ne yapıyor o da, sokaklarda dolanmaya başlıyor. Anlatının sonuna doğru karşımıza çıkan bu bölümü ders niyetine üç beş defa okumak lazım gelmektedir, özellikle A noktasından B noktasına ulaşmak için geçilmesi gereken noktalarda içilecek içkilerin hesaplanması, güzergahın oluşturulması ve vazgeçiş bölümü müthiş.

En sonda Çek bir yazarın Hrabal ve metin hakkında kısa bir yazısı var, Fransızca baskının önsözü. Hrabal'ın yaşadığı dönem, maruz kaldığı sansürler, yaşadığı sıkıntılar hakkında detaylı bilgi içeriyor, tamamlayıcı metin olarak okunsa ne hoş.

Önemli ve iyi bir metin, Auschwitz'ten sonra ne yazılabileceğine dair iyi bir örnek.

1 yorum: