İlk öykü Sık Dişini Hanım. Karakol, üstü başı yırtık iki adam. Biri sağlam dayak yemiş, hikâyeyi diğerinin ağzından dinliyoruz. Resûl Efendi karakolda bile anlatıcımızın üzerine yürüyor ama durduruyorlar, sağlam mevzu döndüğünü düşünsek de yaşanan saçmalıkları öğrenince anlatıcı adına üzüleceğiz, gerçi daha çok Resûl Efendi adına üzüleceğiz. Bu Resûl ellilerinde bir adam, takkesi kafasında, Müslüman. İlk eşini boşayıp onlu yaşlarının sonunda bir kızla evleniyor, kız hamile kalıyor. Bizim anlatıcıyla eşinin çocukları yok, kırklı yaşlarındalar, mutlular. Bir gün komşularından sesler geliyor, kadın haykırıyor, Resûl de haykırıyor. Anlatıcının eşi bir bakmaya gidiyor ve telaşla geri dönüp bir sürü havlu, bez alıp dönüyor. Resûl'ün sesi duyuluyor: "Sık dişini hanııım!" Anlatıcının eşi birkaç defa gidip geliyor, her gelişinde daha sinirli olduğunu görüyoruz. Resûl eşini hastaneye götürmeye yanaşmıyor, kapının önünde Kur'an okuyor durmadan, eşine dişini sıkmasını söylüyor derken sinirler iyice geriliyor, anlatıcı da dayanamayıp Resûl'le konuşmaya gidiyor. O sırada kadın bir kız doğuruyor ama dişini yeterince sıkamıyor, çocuğun doğumu Mevlit Kandili'ne denk gelemiyor, Resûl eşine hakaret ediyor. Anlatıcı dayanamayıp girişiyor, Resûl, "Sizin yüzünüzden oldu kâfirler!" diye bağırıyor, bizimki kafa göz dalıyor. Acı bir öyküyü trajikomik hale getirmiş Bektaş, güzel bir öykü bu. İkinci öyküyü bir çocuk anlatıyor. Dedesi çok zengin, tarlalarından başka evleri ve manifatura dükkanı var, iyi para kazanıyor. Bir gün ölüveriyor, anneye göre elli ikisine kadar mal mülk konuşulmamalı, ardından mallar paylaşılmalı. Tabii yine anneye göre babasının vefatından sonra yapılması gereken her şey yapılmalı, masraftan kaçınılmamalı. Eşine göre yapılacakların çoğu boşa masraf, örneğin din görevlilerine Kur'an okutulacak, pazarlığa girişiyorlar. Anne yedi görevli diyor, baba bir diyor, üçte anlaşıyorlar. Anneye göre iyi bir miras kalacak, babaya göre hava alacaklar. Gerçekten de hava alıyorlar, dükkan dayılardan birine bırakılmış, tarlalar da erkek çocuklara gidiyor. Dedenin cennete gitmesi sakata biniyor böylece, baba yirmi yıl sonra bile olayı hatırlayıp kendine eğlence çıkartıyor. Aslında her bir öyküde toplumsal bir problemin yer aldığı söylenebilir, burada miras olayı, öncekinde yobazlık, bu tür şeyler.
Üç numara, Derin Hocanın Suyu. Hacı hoca öyküsüdür. Yoksul bir mahallede mümkün olduğunca mutlu yaşayan insanlar civarın en zengin ailesinin gölgesinde kalırlar ama bir şikayetleri yoktur, sonuçta bizim ata sporumuzdur tepemizdeki tarafından ezilmek. Neyse, zengin ailenin kız çocuğu bizim mahallenin çocuklarıyla oynar ama gizli gizli, üstelik her fırsatta laf sokar. Murat kıza simit tablasında kalan susamları verince Murat'a bile laf sokar, taneleri yerken üstelik. Neyse, bir gün bu aile bir yolculuğa çıkar, döndüklerinde evlerindeki paranın çalındığını söyleyerek polis çağırırlar, polisler Murat'ı alırlar, bir temiz benzetirler, suçsuz olduğu anlaşılınca biraz daha benzetip bırakırlar. Ahmet Abi bununla yetinmez, parasını çalanın Murat olduğunu ispatlamak için namlı bir hocayı çağırır. Hocamız anlatıcı evladımızı seçer, bir tas suya baktırır ve dayıları görüp görmediğini sorar. Çocuğun şaklabanlığa basmaz kafası, hiçbir şey görmediğini söyler. Hoca çocuğu kovar, bir başka çocuğu alır ve Murat'ın hırsızlığını çocuğa "gösterir". Bizim evlat göremediği için forsunu kaybeder, annesinden azar yer üstelik. İki mutsuzluk, biri suçsuz yere rencide edilen Murat ki diğer mutsuzluğu da Murat'ın hesabına yazabiliriz. Murat her türlü kaybeden. Simitçi Murat, yoksul Murat, canım Murat. Dört numara, Çıplak Münir. Kasabanın biri, kim bilir hangi hiçliğin ortasında, Anadolu'nun bir yerinde. Almanya'dan mektup geliyor, bir şehir bu kasabayı kardeş kasaba ilan etmiş, belediye başkanını çağırıyor. Almancayı yarım yamalak bilen bir adamın aklına uyuyorlar biraz, civardaki Almanca öğretmeni de yarım yamalak el atıyor olaya. Vize almaya gidiyorlar, yedi kez. Alamıyorlar, üstelik kapıdaki Türk güvenlikçi bunları itip kakıyor durmadan, vize "vermeyeceklerini" söylüyor. Hadi bakalım, Alman'dan daha Alman bir Türk. Neyse, bunlar vize almadan gidiyorlar, paketleniyorlar tabii. Hapse atılıyorlar, kasabayı başkanın yardımcısı yönetmeye başlıyor, hayat devam ediyor. Tam mizah, en karasından.
Alman Ali, Camgöz, Yorgun Ölü aynı minvalde öyküler, bürokratik çıkmazlardan yolunu bulmaya çalışan insanlara kadar çeşit çeşit mesele işleniyor bu öykülerde. Her öykünün başında Semih Poroy'dan bir çizim var, çok iyi bir şekilde görselleştiriyor öyküleri, başarılı bence. Çok sevdim Bektaş'ın öykülerini, seveceğimi tahmin edip birkaç kitap birden almıştım. Nereden, Bostancı'dan. Hatay Meyhanesi'ni Suadiye'ye doğru az geçin, solda köşede bir antikacı göreceksiniz, önünde tezgah var kocaman, tezgahta bir dünya kitap. Oradan aldım ama siz çok almayın, sırf oradan bir şeyler düşüreceğim diye trenden bir durak önce inip Küçükyalı'ya kadar yürüyorum. Gerçi alın ya, ucuz ucuz kitaplar, 5 TL tanesi. Bir bakın yani. Bektaş'ın kitapları orada var, ikişer üçer tane görmüştüm ben. İyi öykü. Valla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder