"Thomas Bernhard kendisiyle röportaj yapılmasına hemen hemen hiç izin vermemiştir. Kendisini ve işini, yaşamını ve yaşam koşullarını medyanın baskınından, kamuoyunun ele geçirmesinden korumuştur." (s. 9) Adamın camından içeri mektup, taş ve çeşit çeşit nesne atarlarmış, mektuplarda ölümünün dört gözle beklendiği bile yazılmış, tabii onca tantanadan sonra oluyor bunlar. Bernhard Avusturya'yı ve Avusturyalıları iyice gömdükten sonra hızla büyüyen nefret dalgasından kaçmak için köy evi almış üç tane, evleri genişletme ve tadil etme çabalarını ölümüne kadar sürdürmüş. Yazmaktan başka bir oyalanma biçimi bulmuş ama bu eylemi yazıdan ayırmak pek doğru değil, karakterlerinin çoğu bir eser üzerinde çalışıp işini tamamlamadan öldüklerine göre onca insanı kendi uğraşından yola çıkarak yarattığını söyleyebiliriz, gerçi bunun tersi de geçerli olabilir. Tamamlanamayacak bir metin, çalınamayacak bir konçerto, yarım kalmışlığa dair her şey ortada duruyor, Bernhard metinlerini her ne kadar teknik olarak sonlandırabiliyorsa da aslında devamın gelebileceğini sezeriz, sanki yarım bırakmak istiyormuş gibi. İnsanlarla ilişkilerini de bu bağlamda değerlendiriyor röportajlarından birinde, onların arasına karışıp iletişim çabasına girmeden yaşayıp gitmek istiyor ama yarımlık bu, yaşamının her anında bitimsiz uğraşlarla boğuşur, nokta koyabildiği bir şey olduğunu sanmam. Tamı arayış, Bernhard'ın gayesi bu olsa da ölüm her şeyi yarıda kesiyor, bu yüzden hiçbir şey eksik parçasına kavuşamıyor. Röportajlarında bile bu durum var, gerçi Hofmann soruları ortadan kaldırıp cevapları birleştirerek yarımlığı kendisi yaratıyor ama röportajlarını izlersek Bernhard'ın sorulan sorunun cevabını verirken bambaşka konulara kaydığını görürüz, sanki sayısız virgülü yan yana dizip noktaya ulaşmak istemediğini göstermek ister. İlginç bir yaşam. Bu yaşamdan parçaları rastgele alacağım, bölümlerin isimlerini vermeyeceğim. Arada birkaç alıntı yapacağım, biri şu: "İnsan her şeyi anlatamaz ki: Bir yaşam kolayca ortaya serilemez." (s. 11) Bernhard Viyana'da bir kahvede otururken insanlar geliyor, yirmi iki yıl önce yazdığı bir metin hakkında konuşurlarken saçmaladığını söylüyorlar, Bernhard konuşmak istemediğini söylediğinde hiç umursamıyorlar, arıza çıkarıp gidiyorlar kısacası. Kavga çıkıyor bir gün, yazar haftalar boyunca oraya gitmiyor ve garsonun arkasından konuştuğunu, ondan kurtulduklarını söylediğini işitiyor. İnsanlar huzur vermiyorlar adama, birileri her an yanında bitmek istiyor. "İlkin her yerde insana düşman oluyorlar, bunların hepsine dayanması gerekiyor insanın. Sonra beni küstah ve korkunç, korkunç biri olarak betimliyorlar, bunların hepsine dayanmak zorundasınız." (s. 11) Bütün bunlara rağmen kendini hapseden biri değil Bernhard, evinden sık sık dışarı çıkıp dolanıyor ve sayılı arkadaşlığını sürdürmeye çalışıyor ama ipleri kopardığı anlar da oluyor. Peter Hamm bir gün yanında bir kadınla Bernhard'ı ziyaret ediyor, içiliyor, sohbet ediliyor, konuşulanlar kayıt altına alınıyor ve bir gün Hamm tekrar çalıyor kapıyı, kayıtları bastırmak istediğini söylüyor. Bernhard reddediyor ve dostlukları bitiyor o gün, ilginç. Aslında farkında olmadan pek çok dost edinmiş olabilir, evine yollanan kitapları olduğu gibi çöp kutusuna atarmış. "İadeli taahhütlü gelen kitapların hepsini ben çöpe atarım, bunların hepsini benim çöpte bulabilirsiniz. Benim yapıtları sonradan dışardaki çöp bidonunda bulabilirler." (s. 14) Sadece yazmayı düşünüyor adam, birkaç bölüm yazma alışkanlıklarına ayrılmış. İlk olarak yüzde yüz gerçeği yazmanın delilik olduğunu söylüyor, böyle bir şey mümkün değil. Yaşamı olduğu gibi kağıda geçiremiyoruz, yazı karakteri bile gerçekliği çarpıtan bir öge olduğuna göre gerçeğe başka açılardan yaklaşılabilir, bu açıdan anlatım biçimi önemli bir görev üstlenir. Bernhard biçimi hiç düşünmediğini, kendiliğinden ortaya çıktığını söylüyor. Birtakım arayışları var en başta, Don ve ilk metinlerinden bazılarında bildiğimiz yazı külçelerine rastlamayız, bölümler bile vardır bunlarda. Asıl ses sonradan gelir, bölünmez bir akış. İki noktaya değiniyor Bernhard, Amerika kaynaklı anlatıyı kopyalamaya çalışan yazarların rezil işler ortaya koydukları bunlardan biri. İkinci nokta, bu tür yazından uzak durarak aradığı her şeyi kendi yaşamında bulması. Julien Gracq gibi yazarlardan etkilenen Bernhard kendi arayışına başlıyor, ilk romanından sonra uzunca bir süre hiçbir şey yazmıyor, şiirlerini önemsemiyor, sadece düşünüyor. Sonrasında delicesine yazmaya başlıyor, sanki uzun süredir akmayı bekleyen bir kaynağın duvarları yıkılmış gibi. "Düşünmüyorum, hiçbir şey bilmiyorum kitap yazarken, hiçbir kitabı anımsamıyorum, okuduklarımı da, hiçbir şey kalmış değil." (s. 22) Coltrane'in her şeyi unutmaya dair söylediği sözü Bernhard için de geçerli, metinlerinin içeriklerini hatırlamıyor, felç olan karakterinin hangi metinde olduğunu, berjer koltuğa oturup durmadan düşünen adamın kimlerle birlikte olduğunu, hiçbir şeyi hatırlamıyor. Kendisinin yazar olmak istemediğini, yazarlığa dair bir şeyler yaptığının sonradan ortaya çıktığını ekliyor üstüne, okumalar yapması karşılığında bir dünya para öneriliyor ama her teklifi geri çeviriyor. Onca parayı kaçırmasını aptallık olarak görse de aldığı zevkin büyük olduğunu söylüyor. Almanya'dan Nobel'e aday gösterilmiş iki kez, ödülü kazansaydı büyük bir keyifle reddedeceğini söyledikten sonra yaşamından memnun olduğunu, çocukluğundan beri intihar fikriyle yaşamasına rağmen yaşamın güzelliğinin kendisini öldürmesini engellediğini anlatıyor. Çocukluğuyla ilgili bölümler başka metinlerinde de var, geçiyorum. Konudan konuya atlandığı için aralara serpiştireceğim şeylerden biri gençlik zamanları. Bernhard bir gazetede yazmaya ve para kazanmaya başlıyor, yirmili yaşlarının başı. İyi bir para kazanıyor, hayatından memnun gibi gözüküyor ama gazetesinin hakim ideolojisine uymadığı için şutlanıyor. Bunun hikâyesi de ilginç, Bernhard'ı sosyalist bir partiye sokuyorlar, adam eve gider gitmez pişman oluyor ve ertesi gün parti bölge başkanına bir mektup yazıp partiden çıkmak istediğini söylüyor. Anında şutlanıyor gazeteden, sonrasında yazdığı oyunları da sahneletecek olan Becker'in bulduğu işlerde çalışıyor, süper. Bir yandan Mozarteum'da okuyor, müziğe yatkın olsa da çocukluğunda geçirdiği akciğer problemleri yüzünden tam performans gösteremiyor. Gerçi söylediğine göre başka bir niyeti var: "Mozarteum son buldu. Sınavı ve her şeyi yaptım, bitirdim, diplomayı aldığımda beni hiç ilgilendirmediği için bu işle ilişkimi keseceğime yemin ettim. Aslında Mozarteum'a yalnızlık içine gömülüp gebermemek için gittim, yaşıtlarımla birlikte olmaya zorlamıştım kendimi. Bir çeşit insana kaçıştı bu." (s. 41) Aynı bölümde eleştirmenlere de giydiriyor, eleştiriyi bir iş olarak görmeleri yüzünden metne gereken önemi vermediklerini söylüyor. Bernhard bir süre bu işi yapmış ama anlamsızlıktan bunalmış bir süre sonra, kamyon şoförlüğüne geri dönmüş. Kamyon şoförü Bernhard. Metinlerine mekan sağlarken kamyonculuk maceralarından ne kadar etkilenmiştir acaba?
Sonraki mevzulardan bazılarına değineyim, dinle ve intihar teşebbüsüyle ilgili bölüm ilginç. Otuz hap birden yutuyor çocukken, yedi yaşındaydı galiba. Beş de olabilir. Sonuçta otuz hap çok, çıkarıyor hepsini. Daha az yutsa ölecek. Akciğerleri öldürmüyor, baş ağrıları öldürmüyor, ikiyüzlülük öldürmüyor. Hastalıklarından hemen başka konuya geçiyor Bernhard, Odun Kesmek'in temellerini gösteriyor bir anlamda. "Durumların çoğu böyle: Asla dayanamadığınız, budala bulduğunuz kişilerle yemeğe gidiyor ve önlerinde ikiyüzlülük ediyorsunuz. Öte yandan yalnız kalınamıyor, gerçekten olmuyor." (s. 51) Mümkün olduğunca bir şeye ve birine bağlı olmamaya çalıştığını söylese de kendisini geçindiren işten ötürü bu isteği yerine gelmiyor çoğu zaman, kadınlarla geçici ilişkiler yaşadığını ve onlardan uzak durmak istediğini söylüyor, grafikerlerden uzak duruyor çünkü metinde yürüyen bir karakter varsa kitabın kapağına bir ayakkabı koyuyorlar, Bernhard bu tür işlerden nefret ediyor, grafikerlere de giydiriyor bir güzel. Aldığı ödülleri anlatıyor, ödül törenlerindeki insanlardan duyduğu tiksintiyi kazandığı paralarla hafifletiyor. Umberto Eco, Norman Mailer gibi yazarların onur konuğu olduğu etkinliklere gitmediğini söylüyor, en azından bu noktada yapmak istemediği bir şeyi yapmak zorunda değil. Şu da ilginç bir şey, işitmiş olsaydım kınardım ve Bernhard'ın umurunda olmazdı muhtemelen: "Bachmann'ı çok severdim, o akıllı bir kadındı. Ender rastlanır bir bileşim değil mi? Çoğunlukla kadınlar aptaldır, ama dayanılır onlara, belli koşullarda hoşturlar, akıllı da olabiliyorlar, ama ender olarak." (s.. 79) Bunlardan sonra Bernhard'la yapılan son röportaj var, Hofmann güzel bir nokta koyuyor metne. Dikkat çeken bir röportaj, Bernhard ölmek üzere olduğunu biliyor, normalde birkaç sorudan sonra yollayacağı adamın gitmesini istemiyor, yolundan iki kez döndürüyor Hofmann'ı. Ölüme hazır, üzerinde çalıştığı metni tamamlayamayacağını bilen bir adam artık Bernhard, son günlerinde kabullenmenin dinginliği gelmiş sanki, cevapları yırtıcı değil.
İyi bir metin, Bernhard'ı seven okurlar bunu da sevecektir.
Bir de şey, Dylan'ın yaklaşık 700 sayfalık bir biyografisini düzeltiyorum kaç gündür, düzeltirken Dylan dinliyorum ve bir şarkıyı üç yüz defa dinledikten sonra üç yüz birinci keze başlamak uzun zamandan sonra ilk kez garip gelmiyor. Bunun yanında adamın yaptıklarını gördükçe hayretten hayrete düşüyorum. Editör hiçbir paylaşım yapmamamı istedi ama dayanamıyorum, zibidi arkadaşınla bir olup Joan Baez'in üzerine gelmeyecek, kadını ağlatmayacaktın eşek sıpası seni. Bir de kadın senin kıçını kollamak için te Amerika'dan kalkıp İngiltere'ye geliyor, sen sahneye birlikte çıkma sözünü tutmanı geçtim, hastanede yatarken bile kadını görmek istemiyorsun. Ne biçim insansın bilmiyorum ama şarkıların çok güzel be piç. Sen kıvılcımsın, nereyi tutuşturup ortadan kaybolacağın, hangi şarkıları ansızın yazacağın, kimin hayatına girip kimin hayatından çıkacağın belli değil. Dehanı bu belirsizlikten ve mutsuzluklarının toplamından doğurma pahasına üzüntü saçtığını söyleyeceğim, bir şarkını daha dinleyip uyuyacağım sonra. Şarap içtim, seni dinledim, seni seviyorum. Piç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder