Freud ve Lacan merkezli bir inceleme. Aşkı bulmanın ve yitirmenin metinler üzerinden, kurmacayla gerçeklik ilişkisi açısından farklı niteliklerini açığa çıkarma çabası olarak görülebilir. Yeni doğan çocuğun huzurlu yuvasından ayrılmasının acısı, tam anlamıyla beklenen çocuk olamamanın acısı, doğmuş olmanın kendiliğinden getirdiği eksiklik üzerine inşa edilen aşkın nihayetinde yitirişten öteye uzanamaması masallardan, şiirlerden veya söylencelerden başka bir türde çarpıtılmıyor herhalde, yani sonsuza kadar mutlu yaşanmaz, muhtemelen. Gökten üç elma düşmez, onlar murada ermez. Aşk hızla solan bir şey olduğu için idealize edilmesi anlaşılabilir, gerçekliğin dışına taşınması da. Gerçeğe dönüşün darbeleri çeşitli biçimlerde ortaya çıkıyor, Avrane giriş yazısında bu darbeleri insanı kendine bir parça daha yaklaştıran adımlar olarak değerlendiriyor. "Bir başkasında, ona atfettiğimiz şeyi severiz. Ona, arzularımızın yansıması olan idealleştirilmiş bir imge yükleriz. Dedikleri gibi, aşkın gözü kördür. O halde aşk acısı uyandırır, aşk nesnesini yitirmek kendini bilmenin kapısını açar; bazıları kendini bundan yoksun bırakır." (s. 2) Kendini yoksun bırakan eksik kalır, aşka kapılan yitirmenin acısını çeker. İki türlü de ortada çekilecek güzel bir acı var, çekiniz. Werther ve Romeo çekti, günümüzde beyaz yaka olsalardı ve izni veren Japon firmada çalışsalardı üç güne kadar aşk acısı izni alıp izindeyken ölebilirlerdi, aşk acısının onca katmanını delik deşik etmek ve acının dinamiklerini anlamak acıyı geçirmiyor ama bir ölçüde hafifletiyor sanırım, aşık olunan insanın mavi gömleğinde çocukluktaki bir mutluluğun izlerini bulmak dinamikleri açığa çıkaran bir parça olarak görülebilir. Sonuçta aşklar üst üste yığılmaz, her birine ayrı bir yer ayrılır ama başlangıçlarıyla bitişlerinin benzer aşamalardan geçtiğini söyleyebiliriz. Bitişlerine bir örnek vereyim, Ezginin Günlüğü'nden: "Ayrılık saksıdaki çiçeklerimiz gibi büyür / Sessiz ve nedensizce, durmadan" Entropinin bir parçasıymış gibi. Werther'in durumu biraz daha farklıydı tabii, dönemin romantik estetizmi ve sosyal koşulları altında biricikti. "Werther ideal bir romantik kahraman, bir arketip ya da kınanacak bir Lucifer modelidir: Bu edebi sorgulamayla birlikte, aşk acısı sorunsalının merkezine varırız." (s. 6) Avrane için Goethe'nin Werther hali ve Goethe hali önemlidir, Anılar'dan çekip çıkardığı parçalarda görüldüğü üzere 1772'de mübaşir bir kıza aşık olur Goethe, yirmi üç yaşındadır ve aşık olduğu kızın bir başkasıyla evleneceğini öğrenir. Kendi hikâyesini kurgular, acısını biraz olsun dindirebilmek için aynadaki görüntüsüne ateş eder. Werther ölür, Goethe acısını nesneleştirerek öldürür ve dindirmeye çabalar. Kişisel rahatlamanın ötesinde dönem edebiyatının unsurlarını yansıtmak da vardır, intihar bu açıdan önemlidir. "Ortada intihar yoksa ne efsane söz konusudur ne de aşk acısının ufkunda ölümcül bir alın yazısı. Werther ölümüyle, tüm tutuk ve ümitsiz âşıkların simgesine dönüşür." (s. 9) Lacan'ın Werther üzerine düşüncelerine baktığımızda "gerçekleşmiş ideal benlik" kavramıyla karşılaşırız, "ben" bir başkasına dönüşmüştür, bütün kusursuzluğuyla. Narsisistik kaygının dumura uğradığı nadir olaylardan biridir bu, sonuçta Werther'in umutsuz bir aşık olduğu açıktır, kendi yansımasını kaybetmek istemez ama aşkın aniliği ve gücü karşısında sürüklenmekten kurtulamaz. Kendine meydan okuma gibi bir durum, ideal benliğin yitip gidecek en uzak noktasını bulma oyunu. Aşk, insanın sınırlarını keşfetmesi açısından en işlevsel olgu olabilir. Proust'tan verilen örnek iyi bir tamamlayıcı, Albertine'e duyulan aşkın öncesi ve sonrası arasındaki farka bakarsak nesneyle "ideal ben" arasındaki etkileşimi görürüz. Anlatıcı, odasına Albertine'in gözleriyle baktığını düşündüğünde aslında bir başkasında idealize ettiği kendiliğiyle bakar ve bir şeylerin değişmesi gerektiğini veya daha iyi bir ortamı nasıl yaratabileceğini düşünür. "Ben ideali" öldüğü zaman kişi kendini bir başkasında tekrar kurar veya elindeki yıkıntının getirdiği duygusal felçle varlığını, yükünü duyumsar. Düzeltilecek bir oda, taranacak bir saç, alınacak bir nefes yoktur ama muhtemelen olur. "Acı, Öteki'nin kapılarını açar." (s. 22) Her acı bir başka mutluluğa ve acıya götürür.
İkinci bölümde aşk acısının kaderini ve geçmişini görüyoruz, tarihte aşkın ve yarattığı duyguların ayrımını yapıyor Avrane. Bu bölümün konusu Freud'un antik dünyanın aşk yaşamıyla kendi dönemindeki aşk yaşamı arasındaki farkı göstermesi üzerinden şekilleniyor. Eskiler dürtünün kendisine vurgu yaparken Freud ve şürekası bu olguyu nesneye yönlendirir, aşk acısı için aktarım yapılacak bir nesne gerekir. Antik dürtünün yüceltimi imgesel ve dinsel, ruhban sınıfının kontrolü altında. Freud, "laik vaiz" konumunu atfetmek istediğini söylüyor, ardından psikanalistler bu rolü üstleniyor. Nesnenin varlığı sabitleniyor böylece, mitik boyuttan giderek uzaklaşılıyor. Avrane bu durumu Tristan ve Isolde kapsamında değerlendiriyor. Shakespeare'in aşklarından farklı olarak bir kavuşma, arzuyu doyurma eylemi vardır, Tristan ve Isolde yasak aşklarını doyasıya yaşarlar. Burada da farklı bir acı ortaya çıkar, birleşmeyle birlikte kuşkunun izleri açığa çıkar. Tristan kıskançlığını engelleyemez, ideal benliğinin tamamen kendisine ait olduğuna dair şüpheleri açığa çıkar. Kaybetmenin farklı biçimleri farklı acıları getirir, Tristan bir başkasıyla evlense bile benliğinin bir parçasını şüphenin doğmasıyla birlikte geride bırakmıştır, sadakatin bilinmeyen durumu kişiliği hapseden bir boşluk haline gelir. Bu çıkarımlardan sonra Avrane kendi deneyimlerine yönelir, karşısına çıkan insanların hikâyelerini anlatır ve sağaltma aşamalarının acıyı nasıl etkilediğini örneklerle anlatır.
Son bölümü de alıp bırakayım, "Psikanalistin Acısı". "Bir ölümlünün, tanımadığı, yeni gördüğü, ayda birkaç saat karşılaştığı birine âşık olması için, bu varlığın onun için bir çeşit tanrı, en azından Öteki boyutuna açılan bir özne olması gerekir." (s. 102) İlişki düzeylerinin tek bir düzeye indirilmesiyle ilgili bu, Öteki olarak görülen herkese karşı aşka yakın, aşkı andıran bir hisse sahip olmak doğaldır. "İdeal ben"in yansıtılabileceği anlaşıldığı an benzerlikler doğrudan aşka varan bir nitelik kazanır. Bu açıdan Anaïs Nin bölümün temelini oluşturuyor. Deconstructing Harry'deki psikanaliz mevzusu da araya katılır ve psikanalist-hasta (hasta?) ilişkilerinin yapısı ayrıldığı parçalar üzerinden incelenir, Anaïs Nin'in yaşamındaki ilişkilerinin temelleri ortaya çıkarılır. Nin'in günlükleri başlı başına bir edebiyat olayı, Avrane bu metinlerden yola çıkarak duygusal ilişkilere odaklanıyor. Nin'in Henry Miller'la sürdürdüğü uzun süreli ilişkinin yanında René Allendy ve Freud'un öğrencisi olan Otto Rank arasındaki üçgenli, hatta beşgenli ilişkinin çözümlenmesi Öteki'nin bileşenlerini de açığa çıkarıyor. En başta Nin'in babasıyla yaşadığı ensest ilişkinin diğer ilişkiler için başlangıç noktasını oluşturduğu söylenebilir, ardından psikanaliz seanslarındaki ikili ilişkilerin doğası, Rank'la Allendy'nin Nin için anlamları, Henry Miller'ın can simidi vazifesi ortaya çıkıyor. Acıyı kapsayıcı, özetleyici bir bölüm.
Bu metin iyidir, insanın aşkla birlikte geçirdiği değişimi tatmin edici bir biçimde inceler, acıya acı katar, insana acısını kucaklatır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder