10 Eylül 2012 Pazartesi

Frédéric Beigbeder - Kuzey Kulesi 107. Kat



Bir sabah çantaya kitap ve silah atıp okulda katliam yapmak, kaosun daha da ötesindeki bir şehirde dilencileri bıçaklayıp ortadan yok olmak, bir otobüse bomba koyup akşam eve dönünce çocuklara çikolatalarını vermek... Bunlar bilgisayar oyunu oynarmış gibi zevk veriyor. Kimileri için hayattaki küçük değişikliklerin sonucu. Küçük bir tartışmada silah çıkarıp kurşun yağdırmak basit. Gerekenler: Bir adet silah, gözlerin kararmasına yol açan, elleri titreten anlık sinir. Peki uçakları gökdelenlere çakmak için ne gerekir? Başta saydıklarımdan farklı bir durum olduğunu sanmıyorum.

Beigbeder, 08:30'dan 10:30'a dek Carthew Yorsten'ı ve iki çocuğunu; Jerry'yi ve David'i anlatırken kendini de ekliyor sayfalara. Bir dakikada Beigbeder var, ardından diğer üç şanssızın dakikası geliyor ve bu döngüde sona kadar gidiyoruz. Beigbeder, Paris'teki Montparnasse Kulesi'nde ve Manhattan'da yazıyor kendi bölümlerini. Kule,  World Trade Center'a çok benziyor ve Manhattan zaten Manhattan. Beigbeder'nin bölümlerinde bildiğimiz Beigbeder var; sinik, iğne dolu ve var olduğu, yaratılmasının da bir parçası olduğu dünyadan bıkmış ve o dünyadan zevk alan bir yazar.

Beigbeder'yle Yorsten'ın kesiştiği bazı bölümler mevcut. Bazı bölümlerse tamamen ayrı. İki hikâyenin de pis, kaotik bir dünyayı temel aldığını düşünürsek en geniş anlamıyla benzerlik bu çatıda kuruluyor. Yoksa otobiyografik, anı dolu kısımlarla Yorsten'lar arasında bir bağlantı kurmak zor. Sonuçta kendini anlatmaktan büyük keyif alan bir yazardan bahsediyoruz. Carthew'ın yerine yazarı da koyabiliriz. Sırıtmaz.

Kitabın epigrafı efsane; "Paratonerler" başlığıyla iki özlü ve hisli söz alınmış, biri diğerinden daha uzun.

Bölümlere adını veren dakikalarla inceleyeceğim:

08:32 (Beigbeder)

"(...) World Trade Center'ın verdiği derslerden biri de bu: binalarımız yer değiştiriyor. Yerinden oynamaz sandığımız şeyler hareketli. Katı sandığımız şeyler sıvı. Kuleler hareket ediyor ve gökdelenler gökten önce yeri deliyor. Bu kadar muazzam bir şey nasıl olur da bu kadar çabuk yıkılabilir? İşte bu kitabın konusu: kredi kartlarından yapılma bir şatonun çöküşü." (s. 18)

Dehşete alıştırıldık, başımıza gelen bu. Verdiğim kayıtlardaki tepkileri izleyin. O may gat. Vaov. Bunlar. Tamam, canlı yayın. Profesyonel olmak zorundasın, anlaşılır bir şey. Ama... Bir şeylerin yanlış olduğu hissine bir ben mi kapıldım? Binlerce insanın çalıştığı binalara uçaklar çakılıyor, insanlar sakin sakin olanları anlatıyorlar. Bir yerlerde evler basılıyor, çocuklar havaya uçuruluyor. Başka bir yerde pis oyunların piyonları birbirlerini öldürmek zorunda kalıyorlar. Askerler. "Savaş" kelimesini duyup da içi titremeyen, korkmayan insan... Kendisine bulaşmayan belalardan sonra paranoyak olur, korunmak için bahçesine sığınak yapar bu sefer. Korkması gereken zamandan çok sonra, her şey bittikten sonra. Bombalar patladı ve biz korkmamız gerektiğini o zaman bile anlamadık. Hızla sürükleniyor insan ve yolda gördüğü her şey birbirine karışıyor. Ağaçlar, evler, arkadaşları, tanıdığı ve tanımadığı onca insan, hepsi bir hayal gibi gözlerinin önünden geçiyor. Hayatlar artık bu halde. Televizyonlar değil, televizyonların karşısında saatlerini geçirenler aptal kutusu artık. Programlar o kutulara göre belirleniyor. Çok şey yazıldı bu konuyla ilgili, yeni bir şey ekleyemeyeceğim. En azından bu yazıda. Devam ediyorum.

08:34 (Beigbeder)

"Ciel de Paris'de saat 08.34. Skyscraper'ların lüksü, insanoğulna kendi üstüne çıkma imkanını vermesi. Her gökdelen bir ütopyadır. İnsanın en eski hayali kendi dağlarını yaratmak olmuştur hep. İnsanoğlu bulutlara kadar yükselen kuleler dikerek kendine doğadan üstün olduğunu kanıtlar. Bu beton, alüminyum, cam ve çelik füzelerin tepesinde hissedilen de bu gerçekten: ufuk bana ait, trafik sıkışmalarına, kanalizasyon borularına, kaldırımlara elveda, ben dünyanın tepesindeki adamım." (s. 23)

Daha sonra Babil Kulesi benzetmesi de geliyor. "Babil  Kulesi ilk küreselleşme girişimiydi." (s. 118) New York cezalandırılan bir şehir miydi, insanlar yarattıkları kendi tanrıları tarafından mı cezalandırıldı?

Bir de Amerikan sanatıyla Avrupa sanatının karşılaştırması var, nefis. Amerikalı sanatçıların daha cesur olduğunu, bu yüzden kendi demokrasilerini eleştirebildiklerini söylüyor. Bir de Amerikalı yazarlar Avrupalılar gibi sanatın teorik kısmına değil, pratik kısmına daha çok değer verdikleri için yaratılanlar daha yenilikçi oluyormuş. Böyle bir şey.

Birçok bölümde kapitalizmle, küreselleşmeyle, birçok konuyla alakalı güzel bölümler var. Tadımlık tek bölüm alacağım.

09:04 (Beigbeder)

"(...) Eskiden yoksullar, sömürge insanları ve ezilenler her akşam gecekondularındaki bir ekrandan zenginlikleri seyretmiyorlardı. Bazı ülkeler her şeye sahipken kendilerinin boşa kürek çektiğinden habersizdiler. Fransa'da serflerin, kral ve kraliçelerin yaşadığı debdebeyi izleyecekleri küçük bir ekran olsaydı Fransız Devrimi çok daha erken gerçekleşirdi. Bugün dünyanın her yerinde pis ülkeler, uydu anten işlevi gören tencere kapakları ve korsan decoder'larla gündelik yaşam görüntülerini yakaladıkları temiz ülkelere yönelik hayranlık ve ret, büyülenme ve nefret duyguları arasında gidip geliyorlar. Henüz çok yeni bir olgu bu: adına küreselleşme deniyor ama asıl adı televizyon. Küreselleşme ekonomi, müzik, video, sinema ve reklam dünyası için geçerli, ama devamı gelmiyor: ne ekonomide ne de toplumsal alanda." (s. 112)

Televizyonlardan, internetten kaynağını alan bir devrim hayali hoş, fakat makro devrim mümkün değil. Mümkün olsaydı çoğu büyük devlet hayatta değildi şu an.

09:12 (Beigbeder)

"(...) Özgürlüğün en yüce değer olduğunu savunuyorsan, neden bir yuva kurup başına dert açasın? Hazcı bir toplumda ahlaka ne gerek var? Tanrı öldüyse, evren bir kerhane olmuş demektir ve bundan geberen kadar faydalanmak gerekir. Birey kralsa, önümüzde tek bir seçenek vardır, o da egoizmdir. Ve artık tek otorite baba değilse, materyalist demokraside şiddeti sınırlayabilecek tek güç polistir..." (s. 138)

Üst sınıflar için doğru, fakat dünyanın çoğunun haz düşünebilecek bir durumda olduğunu sanmıyorum. Capote'nin, Ellis'in insanları gömüşmede en birinci, onları zaten biliyoruz. Carthew'ın bölümlerinde marka giyinmiş bir çift var, bulundukları binaya uçak çarpmış olmasına rağmen konuştukları şeyler tam bir Ellis güzellemesi. Beigbeder bu şekilde eleştiriyor o insanları.

09:14 (Beigbeder)

"Aslında kimse kulelerin çökebileceğini düşünmüyordu. Teknolojiye aşırı güven. Eşi benzeri görülmemiş bir basiretsizlik. Gerçeğin kurmacadan üstün olduğuna inanç." (s. 144)

Bir arkadaşım beni yemediyse asansörlerin kabinlerde belirtilen maksimum ağırlığın on katını taşıyabilir bir şekilde üretildiklerini söylemişti. Önlem, tabii gökdelenlere uçak girmesi, tsunami sonucu nükleer reaktörlerin cortlayabileceği fikri bunlar yapılırken ortada değildir. Birincisi, insana deli derler. "Nasıl yani, bu kulelere uçak çarpabilir mi diyorsun?" İkincisi, giderler. Bir şeyi daha sağlam yapmamanın kazancı, kurgusal felaketlerden daha baskındır, elbette bir noktadan sonra. Oysa her şey olur. Her şey, ama buna göre yaşayamıyoruz. Sonuçta hepimiz öleceğiz. Hatta oturduğumuz apartmanların bulunduğu yere kim bilir kaç insan gömülmüştür şimdiye kadar?

Céline ve Bukowski, aşkın ömrünün üç yıl olduğu göndermesi, bir sürü şey. Perec bile var. Onu da alıntılayıp bitireceğim.

10:22 (Beigbeder)

"Buraya, 'ÖLÜM KULLANMA KILAVUZU' başlıklı bir bölüm koymayı düşünmüştüm. Georges Perec, Simon-Crubellier Sokak, No. 11'in yerine Church Street, Vesey, Liberty ve West'in köşesini geçirmiş gibi." (s. 276)

Carthew'dan hiç bahsetmedim, çocuklarıyla birlikte ölüyor tabii. Bir oğlu dumandan ölüyor, diğeriyle camdan atlıyorlar. Böyle.

Beigbeder, bol batırışlı bir kardeşimiz. Çuvaldızı da kendine batırıyor üstelik.



Bu adam Jim Croce. Kendisine Friends gibi çeşitli dizilerde rastlayabilirsiniz. Ben Stephen King vasıtasıyla tanıdım, şu rockstar'ların hayaletlerinin yaşadığı kasabalı öyküyle. Son üç senedir hayatımın önemli anlarında yanımda oldu, kendisini pek seviyorum. Erkenden veda etti yaşama ama geride üç mü, dört mü ne albüm bıraktı. Canısı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder