Capote'nin bölümlerinin sırasını kafasına göre belirlediği bu kurgu yoksunu roman, sosyeteye yöneltilmiş ağır bir eleştiri değildir. Her ne kadar uzun bir zaman boyunca aralarında bulunduğu ünlü, zengin, düzenbaz ve parazit insanları bir süre sonra kaldıramayıp kendini alkole falan vermiş olsa da Capote için bu kitap, daha çok bir gözlem aktarımıydı. Yazılış amacının eleştiri olduğunu düşünmüyorum, bölümler ortaya çıktıkça sosyetik dostlarının kendinden uzaklaşmasıyla ortaya koyduğu tepkilerin yapıta eleştirel bir hava katmasına da normal gözüyle bakıyorum.
Soğukkanlılıkla çıktığı zaman fırtınalar kopmuş, tebrikler havalarda uçuşmuş. Ardından Capote bu kitabı yazmaya girişmiş, avans almış, sonra teslim süresini biraz daha uzatmış, yine avans almış, süreyi yine uzatmış, yine avans almış. Bu sırada eserin bittiğini söylemiş dostlarına. Editör arkadaşı Joseph M. Fox, taslakları görmek istemiş. Sürekli kıvırtmış Capote, iki üç bölüm dergilerden yayımlanmış ve sosyetik dostlardan kopuş süreci başlamış. Ardından daha fazla yazmamış, kitabı bitirdiği yalanmış. Ölümünden sonra aramışlar eksik bölümleri, bir türlü bulamamışlar. Capote de zaten artık istediği gibi yazamadığını belirtmişmiş zamanında. Yine olaylı bir Capote kitabı yani.
Capote, modern zamanın Proust'u olmak niyetiyle yazdığı bölümlerde zamanı ilerleyici yönüyle ele almıyor. Spiral, kendi etrafında dönerek ilerleyen, fakat süreğenliğini tek bir noktada toplamış bir zaman söz konusu. Çok klas bir cümle oldu. Şimdi özüme dönüp ayı olmalıyım: Yan hikâyelerle mahalle kahvesi havası yaratan bir metin. Nasıl kaavede herkes kendi hikâyesini anlatır ve zaman manyağı oluruz, burada da aynı şey var. Bazı amcalar mesela. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği öyle bir karıştırırlar ki en manyak kurgularda böyle bir zaman çarpıklığı yoktur:
"Ya bizim damat var ya, öğretmen, hani iki ay sonra başka yere atanacak, işte onun ablası var bi' tane..."
Diye bir başlar mesela. Arkadaşlar, bir sene falan kaaveye gittim. Uzun saçlı bir insandım o zaman, gittiğim kahve de sahile yakın, nezih sayılabilecek bir kahveydi. Böyle yerlerde bir iki sınanıyorsunuz, baktınız onların standartlarına göre düzgün bir adamsınız, hemen kabul ediliyorsunuz. Burada dinlediğim hikâyeleri inanın hiçbir kitapta bulamam. Kadınlar, çatır çatır yenen paralar, iflaslar, aman tanrım. Aman tanrım ya, beynim uçuklamıştı. Neyse. Roman üç parçadan oluşuyor. Dört veya. Bu dediğim biçim özelliğiyle yazılmış bölümler bunlar. Yani yerlerini değiştirin, bir sıkıntı olmaz. Farklı zamanların birbiriyle bağlantılı hikâyeleri.
P. B. Jones, bizim cemaat yurdunun bir benzeri olan Y.M.C.A yurdunda kalan bir genç. Yurttan kaçıp Ned diye bir adamın arabasına atlıyor, sonra düzülüyor.
"(...) Ve Ned içeri daldığında birinin bekaretini bozduğunu sandı. Ho ho! Ben bu işe çok erken yaşta, yedi ya da sekiz yaşında falan başlamış, benden büyük bir sürü çocukla, birçok rahiple ve de yakışıklı bir Zenci bahçıvanla olmak üzere, her türlüsünü görmüştüm. Aslında ben bir paket çikolataya veren türden bir fahişeydim; üç kuruşluk çikolata için yapamayacağım şey pek yoktu." (s. 19)
Ardından New York'a dönüyor, Hulga diye bir kızla evleniyor, kızın aptallıklarına dayanamayıp çirkin işler yapıyor ve kaynanasıyla kaynatasından fena bir sopa yiyor. Ayrılıyorlar, boşanmıyorlar. Öyküler yazıyor, bunları bastırma derdinde. Editör Turner "Boaty" Boatwright'ın ofisine gidiyor ve Boaty de düzüyor bunu. Yirmi öyküden sadece birini yayımlatıyor, ardından Jones'u Alice Langman'la tanıştırıyor. Şu noktada söylemem lazım; Jones tam bir fırsatçı. İşine yarayacak olan insanlara yanaşır, diğerlerini görmezden gelir veya unutur. Boaty de unutuluyor, sıra Alice'e geliyor. Alice kendisine burs sağlıyor, yaratıcı yazarlık eğitimi görüyor Jones. Bir süre sonra Alice'i de şutluyor, bir davet üzerine Fransa'ya gidiyor, bir fahişe olarak çalışmaya başlıyor derken sosyeteye de dalmış oluyor zaten. Bundan sonrası zengin insanların garip tutkuları, bir sürü seyahat, bir sürü göt ve sik. Kitapta da aynen bu tarifi bulacaksınız. Kibar olmaya çalışan bir kitap değil, hassas okuyucuları rahatsız edecek pek çok bölüm var. Hassassanız sekssiz bir şeyler okuyun zaten. Bu kitap seks dolu.
Bir sürü insan, bir dünya alkol, bir dolu seks, kullanılan insanlar, aldatılan insanlar, öldürülen insanlar, dalga dalga geliyorlar zamanın belirsiz yerlerinden. Bir süre sonra mekanların, insanların ve zamanların birbirine karıştığı bir kaos içinde buluyor okuyucu kendini. Kaybetmediğimiz tek şey Jones, ona tutunarak ilerleyebiliyoruz.
Jones'un Paris tanımı, Paris'ten çok Jones hakkında bir fikir verebilir:
"Paris'i düşündüğümde, su dolu bir pissoir kadar romantik, boğazlanıp da cesedi Seine'de yüzen çıplak bir kadın kadar baştan çıkarıcı geliyor bana. Anıları net ve mavi, bir araba camı sileceğinin ağır ağır hareketlerinin arasında beliren sahneler gibi; ve kendimi su birikintilerinin üzerinden atlarken görüyorum, çünkü daima kıştır ve yağmur yağar.
(...)
Kabul etmem gerekir ki, benim yaşamım oralı bir çalışan kişininki gibi değildi; ama Fransızlar bile Fransa'ya dayanamıyor. Yahut daha doğrusu, ülkelerini çok seviyor, ama vatandaşlarından hoşlanmıyorlar; birbirlerinin başkalarınca paylaşılan günahlarını, yani kuşkuculuğu, cimriliği, kıskançlığı, genel bayağılığı bağışlayamadıklarından." (s. 41)
Kitapta birçok yazara Capote'nin gözlemleriyle rastlıyoruz. "Ve Camus; zayıf, jilet gibi çekingen, kıvırcık kahverengi saçlı bir adam, yaşamla akışkan gözler ve dertli, hep dinleyen bir yüz ifadesi; yaklaşılabilir biri." (s. 45) Böyle şeyler bir dolu. Sevdiğiniz bir yazara rastlayınca mutlu ediyor. Bu kitapta başınıza sıklıkla gelebilir.
Capote'nin çayır insanlarına söylettiği bilgece sözlerin güzelliğinden bahsetmiştim. Salon insanları da böyle güzel sözler söyleyebiliyor. Yetişkinlik-çocukluk ilişkisiyle alakalı bir bölüm var, almayacağım buraya. Muhteşem. Proust içeren bir bölüm daha var, kısa. O da muhteşem.
Jones diyor: "Benim kanımca, pornografi çok yanlış anlaşılmıştır, çünkü seks düşkünü kişiler yaratıp da bunların sokak aralarında dolaşmaya çıkmasına falan yol açmaz; cinsel yönden baskı altında ve karşılık görmeyenler için bir yatıştırıcıdır, çünkü pornografinin amacı mastürbasyona tahrik etmekten başka nedir ki? Ve mastürbasyon, at üretme çiftliklerinde dendiği gibi, 'kızışmış' erkekler için kesinlikle daha makbul bir alternatiftir." (s. 57) Çok yalın, ülkemizdeki seks eksikliğinin sonuçlarını düşününce çok doğru. Ülkemizde seks yok kariler. Çünkü Türk gelenekleri, aile yapısı, falan. Ondan sonra küçücük çocuklara tecavüzler, eşeğe varmalar... Biliyoruz, can sıkmaya gerek yok sanıyorum.
Beckett var, Salinger var, Cocteau var, var da var. Sivri bir kitap, onca yaygaraya yol açmasından zaten belli de, okuyucu o dünyanın içine çekildiğinde tepki veremiyor bazı bazı. Çok ilginç olaylar var çünkü. Alın bence. Güzel lan.
Ek: Bu jigolo-yazar karakterini Tiffany'de Kahvaltı'nın Paul Varjak'i olarak düşününce... Ya da direkt Capote olarak düşünün, ne bileyim ben. Gece Ağacı'nı bulursanız orada da fırsatları değerlendirip sosyetede devirmedik çam bırakmayan bir bey var, onun hikâyesini de okuyun. Combo olur, can olur, dost olur hey!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder