Küçükyalı, Maltepe'yle Kadıköy arasında küçük sayılabilecek bir yer. Dev nüfusuna rağmen. E-5'in üst kısımları da Küçükyalı olarak geçiyor ama orada bambaşka bir kültür var, görece sonradan türeyen bir kültür. Göç kültürü. Ben sahil taraflarından bahsedeceğim. 63 denen bir yerde oturuyorum ben, adını 63 Sineması'ndan alıyormuş. Asıl adıyla İpek Sineması. Neyse, sokağımızda yaşayanlar ben doğduğumdan beri aynı insanlardır. Bir aile taşındı, onlar da Üsküdar'da deniz gören bir yere gitmişler. Burada denizi görmek beş dakikayı almaz, kendinizi sahilde bulursunuz. Sokaklar geniştir, sahil doldurulmadan önce denize daha yakın bir yer olduğu için apartmanlar da deniz apartmanı diyeceğim bir türdendir, hani deniz kenarına yapılan apartmanların balkonları, pencereleri daha bir açık olur ya. Sahil apartmanı işte. Ben buralarda büyüdüm, burada okudum ve Kadıköy'e taşınmazsam burada yaşayacağım. Benim için çok önemli, süper bir yerdir.
Hakan İşcen, ilk kitabında sıklıkla olmasa da Küçükyalı'dan, Çamlık'tan bahsediyor. Bizden bir kuşak öncesinin tam anlamıyla yaşadığı bu küçük semtin izlerini şimdi kırıntılarla sürüyorum, 90'larda, çocukluğumda eski Küçükyalı'dan pek az şey kalmıştı. Bu yüzden İşcen'in kitabı ayrı bir güzel geldi ama objektif yüzü takınıyorum. Takınıldı.
İşcen, dergilerde pişen bir yazar. Dergi pişmesi bence mühim. Öyküleri birileriyle paylaşmak ve yayımlamak, yazma sürecinde oldukça keyifli olmalı. Tabii tek yol bu değil, Hasan Ali Toptaş yalnızlığında, kendi ışığının gösterdiği yolda yürüyen yazarlar çoktur. İhsan Oktay Anar da anlattığına göre böyle. Yine de ne bileyim, dergi ortamı ya. Güzel olsa gerek.
Yaratıcı Yazarlık Kursu I:
"Pazar günü annem öldü; ben de salı günü kursa yazıldım. Tabii ki yazar olmak için annemin ölmesini beklemiyordum." (s. 3)
Girişte bir Yabancı kokusu alıyor musunuz? Bizi en çok başkalaştıran insan olan anneye, Camus'ye en kral selamlardan biridir bence bu iki cümle.
Orhan, annesi öldükten sonra bir yazarlık kursuna yazılıyor, telefonda görüştüğü sekreter gibi hanım Ceren'e vuruluyor ve yazmak için rüyalara sığınıyor. Çocukluğunda arkadaşlarına anlattığı hikâyeleri kağıda dökemiyor bir türlü, bu yüzden yazacağı rüyalar görmek istiyor. En sonunda başarıyor da, fakat bu sefer annesinin anısını, yüzünü kaybediyor. Hikâye burada bitse de bir bitmemişlik hissi hakim son cümleye kadar. Zaten bitmemiş, kitabın sonunda çemberin ucu yine kendini buluyor, bu arada biz de diğer öykülere sürükleniyoruz.
Yuri Gagarin: Zihnine hapsolmuş 40 yaşında bir adam. Babası ölmüş, annesi bakıyor ona. Babası gemiciymiş, gemileri izliyor sürekli. Yıllar sonra aynı mahalleye, onları ziyarete gelen bir ana kız var. Kız, adamı görmek için üst kata çıkıyor. Ergün. Babası öldüğünden beri penceresinden görebildiği bütün gemileri defterine not ediyor. Bakışları boş, gözlerini kaçırarak konuşuyor ve kız hakkındaki her şeyi hatırlıyor, her şeyi. Plaklar, fotoğraflar çıkıyor ortaya, geçmişe dair her şey ortaya çıkıyor ve eski günler hakkında konuşuyorlar. Aşık olduğu kızı yıllar sonra tekrar gören adam çok mutlu. Yuri Gagarin isimli gemi geçene kadar. Ergün pencereye koşuyor, Ergün hatıralara, babasına, gemilere koşuyor, Ergün yıllardır yaşadığı o hapishaneye koşuyor.
Salacak'ta Okazyon: Oğulları İngiltere'ye giden yaşlı bir çift, huzurevi öncesi ev satışı ve satıştan önce çiftte yeşeren bir umut; acaba evi alacak olan meçhul şahıs oğulları mı? İşcen'de beklemek var. Ebeveyn beklemesi ve ebeveynlere duyulan kırgınlık çocuklarda. Açmazlar çok. Bu tarz öyküleri yazmayacağım, her birinin tadı ayrı ayrı lezzetli.
Komiser Şefik: Yarattığı karakterle çatışan bir yazar. Fiks olsa da güzel bir örnek.
Kırmızı Lokomotif: Bu süper işte. Çocukluk, yine bir baba, trenler... Volkan bir doktor, yakın arkadaşı ve kendisinden daha başarılı olan Erkan da öyle. Erkan, Volkan'ın eski eşiyle evlenmek istiyor, fakat bir tren kazasının ardından felç oluyor ve terk ediliyor. Bunları çocuklukla karıştıralım ve süper bir öykü olsun.
Sarı Haplar: Yazmayacağım dedim, bunu yazmalıyım ama. Bence kitaptaki en başarılı öykü. Uzaklara giden bir kızın ardından eşe ne kadar dayanabilir -iki anlamda da- bir insan? Bize ait olan hataları ne kadar dışlaştırabiliriz? Bu. Süper.
Lebi Derya Aile Çay Bahçesi: Gençliğinin bir bölümünü belli bir mekana sürekli giderek geçirenler için çok şey ifade edecek bir öykü. Mekanla birlikte değişmek. Böyle.
Arada bir sürü öyküyü atlayarak sona geliyorum.
Yaratıcı Yazarlık Kursu II: Kurs bitti ve kitaptaki tüm öykülerin bu kurs sürecinde yapılan çalışmalar olduğu ortaya çıktı. Ceren'le evlenildi. Bir kadın girer, başka bir kadın çıkar. Bence Orhan, öykü yazmaya başlamakla kaybetmedi annesini, Ceren'i tanımakla kaybetti. Capote'nin deyişiyle... Yani şöyle bir şey diyordu: Bir kadın gelir ve adamın hayatında anneden daha büyük bir yer eder. Yani bunu işte sanatlı falan söylüyordu.
Yazmak, "özgürlük" kazanmak, kırgınlık ve aşk hakkında mükemmel bir son öykü. Şöyle bir izlenim oluştu bende, bence İşcen kendine ne kadar "yakın" yazıyorsa o kadar iyi yazıyor. Bu konuda ebeveyn-evlat öyküleri örnek gösterilebilir. Ama mesela şeyi açın, bazı tam anlamıyla kurgu bölümleri açın, bazı zorlama diyaloglar, gözde canlanmayan tasvirler, aşırı süslü kelimeler göreceksiniz. Bahsettiğim izleğe sahip öykülerde böyle bir şey yok. Son derece başarılı, hatta zaman zaman Selim İleri tadı veren öyküler.
Son derece sevdim, tanıştığıma da çok sevindim. Umarım sahafta mahafta bir yerde romanına da rastlarım, onu da yazarım.
Mara'yı da bilelim. Sakin sakin şarkılar ne güzel. Mevsimidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder