4 Eylül 2012 Salı

Truman Capote - Yaz Çılgınlığı

2004'te bu kitabın bulunduğu dört defter ortaya çıkarılmış, Capote'nin yazdığı ilk kitapmış. Sonradan avukat, editör, toplanıp kitabı basmaya karar veriyorlar. Falan. Bu kadar. Zarfı böyle, mazrufu şöyle:

Grady McNail, New York sosyetesinden bir kızımız. 17 yaşında. Ailesi Fransa'ya gidiyor, Grady New York'ta kalmak istiyor ve izni koparıyor; hayatında ilk defa New York'ta yalnız kalacak. Annesi kaygılı. Annesiyle sıkı bir bağı yok, çünkü Grady değişik bir kız. Ablası Apple gibi değil. Apple tam kız, kız gibi kız yani. Bir dolu parfüm, bir dolu giysi, gezmeler, bilmem ne. Evlenmiş, evliliğinin keyfini çıkaran ve küçük karakter çatışmaları yüzünden kardeşiyle ara ara didişen bir hanım. Anne de böyle bir kız olmasını istiyor Grady'nin. Anne de sosyete ailesi kızının yaşaması gereken şeyleri yaşamış gençliğinde. Sosyeteye tanıtılması, 18 yaşındayken zengin bir beyle evlenmesi, bilmem ne. Aile böyle yani. Grady bir tarafta, aile öbür tarafta.

Grady'nin Peter adlı bir çocukluk arkadaşı var, o da sosyeteden. Sıkı fıkılar. Diğer çocuk ortaya çıktığı zaman Peter, Grady'yi sevdiğini anlıyor. Lakin ki Grady'de bir şey yok. Peter bir sosyete çocuğu işte; garip giyinen, ortamlarda sevilen bir bey. Diğer çocuğumuz Clyde. Otoparkta çalışıyor, Brooklyn'de yaşıyor, şehre bir saat uzakta. Grady'nin sevdiği çocuk bu. Clyde ise bir umursamaz, bir şekillerde. Öküzce anlatımla olay bu. Ayrıntılara inek.

Peter'ın ortaya çıktığı bir sahneden:

"(...) Dünyada ona böyle hitap eden tek bir kişi vardı; yapay bir neşeyle o tarafa dönünce (delikanlı ortaya çıkmak için hiç de doğru bir zamanı seçmemişti), yanılmadığını gördü. Pahalı ama aykırı giyimli (beyaz, abiye bir kravat, fazla resmi, flanel bir takım elbise, belinde vahşi-batıya özgü, gayet yakışıksız taşlarla süslü bir kemer, ayağında da tenis ayakkabıları) genç bir adam, puro tezgahının önünde, bozuklukları cebine sokmaktaydı." (s. 21-22)

Şu elbiselerin sayıldığı sahnede Amerikan Sapığı'ndan başka bir şey çağrışabilir mi? Okurken merak ettim; Ellis acaba romanlarını yazarken Capote'nin sosyetik ortamlarını düşündü mü, düşündüyse ne kadarından etkilendi? Sıfırdan Az aslında Capote'nin gençlerinin amaçsızlıktan çılgına döndükleri bir güzelleme olabilir mi? Zaman, ortam, insanlar çok değişik ve hakkında düşünülecek, kaygılanılacak savaşlar çok gerilerde kalmış, bu yüzden insanlar yapabilecekleri her şeyi yapıyorlar. Bir bakımdan Capote'nin karakterleri, Ellis'inkilerden daha insani. Belki de tam tersi; şiddet dürtüsünü ne kadar bastırsak da oralarda bir yerde olduğunu bilmek rahatlatıcı bir şey açıkçası.

İnsanlardan uzaklaşmamız, onları iyice tanımamızla mümkün oluyor zannediyorum. Biriyle tanışırız, bir şeyler yapıp zaman geçiririz, birtakım fikirler oluşur o insanla ilgili. Daha çok zaman geçer, görüşmediğimiz vakitlerde o insanın eksikliğini duymaya başlarız bir süre sonra. Ardından geçmiş gelir. Geçmiş bir bilinmez kuyudur. Dibe düşenlerin yankıları yıllar sonra gelir ve zamanla işitiriz, eğer o insan duymamıza izin verirse. Bazen o kuyunun başında dinlediğimiz şarkılar bu yankılarla kesilir ve duraklarız. Onca güzel melodinin arasında bu uğultular nedir? İkisini bağdaştıramayız ve uzaklaşırız o insandan. Daha da yakınlaşırız belki, geçmişi kabullenmekle ilgili bir şey.

"(...) Ama Grady'nin bütün bu kırıntılardan çıkarabildiği resim, en ucuz çerçeveyi bile hak etmeyecek kadar amatörceydi: derinlikten yoksun, ayrıntı konusunda pek az yetenek sergileyen. Suç, konuşmaktan gazla haz etmeyen Clyde'daydı elbette. Ayrıca, görünüşe bakılırsa kendisi de ilgisiz, meraksız biriydi: Onun sorularının kıtlığından ve bunun işaret edebileceği kayıtsızlıktan telaşlanan Grady oğlana kendiliğinden, bolca bilgi veriyordu; ancak bu, her zaman doğruyu söylediği anlamına gelmiyor, kaç âşık yapar ki bunu? Ya da yapabilir? Grady yine de, ondan ayrıyken sürdürdüğü yaşamı iyi kötü kestirebilmesine yetecek kadar olgu sunuyordu ona. Fakat yanında oğlanın kulaklarını bu itiraflara kapayacağını hissetmiyor da değildi: Clyde onun ele avuca sığmaz, tıpkı kendisi gibi gizemli biri olmasını ister gibiydi. Öte yandan Grady onu gizlilikle, ketumlukla şöyle doyasıya suçlayamıyordu da: çünkü sorduğu her şeye yanıt veriyordu Clyde; bununla birlikte bir jaluzinin arasından içeriyi görmeye çalışmak gibiydi. (Buluştukları dünya bir gemiydi de, iki adanın, yani onların arasına demir atmış duruyordu sanki: erkek azıcık gayretle karayı, kızın kıyısını görebilirdi, ama kendi kıyısı, hiç dağılmayan bir sisin içinde gözden yitmişti.) (s. 46-47)

Erkek keşfetmiyor, kız keşfedilmek istiyor ama arada derin bir uçurum var; Clyde yerini bilen bir erkek. Hayatla çocukluğundan beri içli dışlı. Çalışmak zorunda kalmış, savaşa Almanya'ya gidip gelmiş, sürekli çabalamış, bir şeylerin ucundan tutmaya çalışmış. Annesi, kardeşleri de öyle. Çekirdek bir aile zaten; kolaylıkla yarılamayacak bir çekirdek. Grady ise Grady. Clyde için. Peter açısından baktığımızda Peter'ın herhangi bir büyüsü, bilinmezliği yok. Grady, Clyde için sorduğu soruları Peter için soramaz, çünkü zaten tanıyor, biliyor Peter'ı. Bu sebeple Peter'ın etkileyiciliği bir noktaya kadar, sonrasında her şey başa dönüyordu. Peter'ın cezbedici bir özelliği yoktu Grady için.

Clyde'ın Grady ve Grady'nin hayatı için düşündükleri, alt-orta sınıfın burjuvaziye bakışını çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor:

"'Teşekkür ederim,' diye fısıldadı Grady. Oğlan sordu: 'Neden?' 'Çünkü mutluyum,' diye yanıtladı kız, sonra elini çekip kurtardı. 'Bu çok tuhaf,' dedi erkek, 'her an, sürekli mutlu olmaman çok garip.' Kolunu havayı süpürür gibi bir hareketle açtığını gören Grady irkildi, çünkü kızın avantajlarının ne kadar farkında olduğunu gösteren, hatta kanıtlayan bir jestti; inanılır gibi değildi ama oğlanın bütün bunlara içerleyebileceği hiç aklına gelmemişti." (s. 66)

İşte ikisinin birbirine bakışı: Grady için Clyde bir vahşi hayvan. Elinin altında ama bir süre sonra her yere gidebilir. Ne yapacağı belli değil, bu yüzden ortada çözülmesi gereken çok bulmaca var ve Grady için bunları çözmek tek amaç haline geliyor. Clyde ise Grady'nin her şeyini biliyor, kendince. Böyle bir hayatın içinden gelen insanlara karşı kindar değil de, yine de onları her yönden tanıdığını düşünecek kadar kibir sahibi diyelim. Evet, olay bu.

Clyde'ın annesini de görelim. Yüce gönüllü bir insandır. Ben şahsen sokakta görsem giderim, "Ver ellerini öpem kadın anam," diyerek el öperim. Neyse, erkek çocuklarının annelerini hatırlamaz olmaları hakkında:

"(...) Bir çocuğun annesini, annesinin onu sevdiği biçimde sevmemesi gerekir zaten; çocuklar annelerinin onlara duyduğu güçlü sevgiden utanırlar: tutuk olmalarının nedenlerinden biri de budur. Kısacası, bir oğlan çocuğu büyüyüp erkek olduğunda, doğru olan, sevgisini başka kadınlara yöneltmesidir." (s. 87-88)

Şimdi bu romanda Tiffany'de Kahvaltı'nın izlerini aramak, samanlıkta saman aramak gibi olur bence. Holly'nin Clyde ile benzerliği çok büyük. Uzun bir bölüm alıyorum, Holly'nin ağzından değişik bir biçimiyle duyduğumuz. Ve bu bahsi de kapatıyorum. Clyde'ın annesi Clyde hakkında konuşuyor:

"'Şehrimize gelen yabancılar oraya (nereliydi lan bunlar, unuttum) kuşların şehri derdi. Ne kadar doğru. Bazı akşamlar, neredeyse zifiri karanlıkta birer bulut kümesi gibi uçarlar, bazen ayın çıktığı bile görünmezdi: başka hiçbir yerde o kadar çok kuş yoktur. Ama kışlar kötüydü, sabahlar öyle soğuk olurdu ki buzu kırıp yüzümüzü yıkayamazdık. Ve o sabahlarda çok üzücü bir şey görürdünüz: donan kuşların düştüğü yerlerde biriken tüy katmanlarını: inanın. Onları kuru yapraklar gibi süpürüp toplamak babamın göreviydi, sonra da ateşe verirlerdi. Ama babam birkaçını eve getirirdi. Annem, hepimiz, onlara bakardık; ta ki güçlenip yeniden uçuncaya kadar. Tam onlara en çok bağlandığımız anda, uçup giderlerdi. Ah, tıpkı çocuklar gibi! Anlıyor musun? Sonra yine kış gelir, donmuş kuşları görürdük ve aralarında, geçen kış kurtardıklarımızdan bir-ikisinin bulunduğunu ta yüreğimizden bilirdik.' Sesindeki son parlak kıvılcım hafifledi, söndü; anılara dalmış, içe kapanmış bir halde derin, ürpertili bir soluk aldı: 'Tam da onlara en çok bağlandığımız anda. Ne kadar doğru.'" (s. 91)

Hikâyeye bu noktadan devam ediyorum: Clyde ve Grady evleniyorlar, sonra Grady hamile kaldığını anlıyor ve kendisinin bilmeden belirlediği çılgınlık çizgisini geçiyor. Ne yaptığımızı, hayatta ne yapıyor olduğumuzu bu çılgınlık çizgisini geçmeden pek sorgulamayız. Bu çizgiyi geçmek, büyük değişiklikleri de beraberinde getirir ve eskiyle yeniyi kıyaslamaya iter bizi. Grady de kendisini bağlayan zincirleri kırıyor bir bakıma ve özgürleşiyor. Ortadan kayboluyor, Clyde Grady'yi aramaya başlıyor bu sefer. En sonunda buluyor, bir mekana gidiyorlar ve orada Peter'la karşılaşıyorlar, derken bitiyor roman. Sonunu söylemem, heh he.

"'Bunca gündür... benden kaçtığını düşündüm.'
'İnsanlardan kaçmazsın, kendinden kaçarsın,' dedi kız." s(123)

Roman, hikâye yazmak başka, hikâye anlatmak başka diye düşünürüm ben. Hikâye anlatıcısı, dili ne şekilde kullanırsa kullansın, anlattığıyla var olur. Capote bence çok iyi bir anlatıcı, bunu yanında karakterler açısından belli bir sürerlik içinde arka planı kendiliğinden ortaya çıkartan bir yazar. Anlatıcının görevi açıklama yapmak olmamalı, anlatmak olmalı. Hikâyenizi karakterlere yedirip onlar vasıtasıyla ortaya koyduğunuzda, aha işte bu. Capote de bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder