12 Temmuz 2019 Cuma

Ahmet Erhan - Ankara-İstanbul Karatreni

Dört yıldan geriye kalan bir şey yok, Bostancı'ya uğrayan tren dışında. 5 Nisan 2001 Perşembe, Ahmet Erhan trenle İstanbul'a gelmiş, Ankara'yı sıla olarak göremiyor ve bir tanecik bavulla çıktığı yolculuğun bitiş noktasını kestiremiyor, bunda votka-soda karışımının tükenmesi de rol oynuyor. Bu neden aklımda, saati bilmiyorum ama eğer sabahsa okulu asıp sahile giden birkaç çocuğun yanından geçti Ahmet Erhan, bu yüzden. Çocuklardan birinin şairden haberi olacak ama henüz değil, on üç yaşındaki çocuğun -öğretmenlerini de pek sevmediği için- kırk üç yaşındaki adama şöyle bir bakıp geçmiş olabileceğini düşününce... Anlam henüz oluşmamış, bu yüzden ıskalanan bir şey de yok. Yine de bir burukluk. Hayranlık olmasa üfürükten bir durum aslında, muhtemelen hiç görmedim Ahmet Erhan'ı ama... Yirmilerime kadar bilmedim, sonrasında şiirlerini baş ucumdaki rafa yerleştirdim, kitaplar açılıp kapanmaktan yıprandı. Bilgi'den çıkanlar. Sonra başka metinlerine baktım. Dört yıl önce okumuşum bunu, yine geç ama metinlerin zamanı var mı, yoksa büyücünün söylediği şeyi metinlere de uyarlayabilir miyiz? Erken veya geç değil, her metin zamanı gelince okunur. Tekrar okumuyorum da notlarımı kurcalıyorum, Ahmet Erhan'ın sözlerini hatırlıyorum ama bu sefer kanepemdeyim, uzanmışım, arada başımı kaldırıp denizi izliyorum. Filyos'tayım, bahar gelmiş. Proust'a göre okuduğumuz ânı dondururuz, geri dönmek için nirengi noktası haline gelir. Geri dönüyorum ama her şey dışarıda, sadece sözler var. Bir de şiir, başta. İstanbulin giyinmiş, kendinden soyunmuş adam, "kâbusu türkî" sürüyormuş, kuğulu park'ta unutulmuş bir olta varmış, bütün harfler küçükmüş. Erhan'ın bıraktığı izleri takip ederek gezeceğim Ankara'da, bir daha ne zaman gidersem. Yakındır. "Öncelikle Ankara, nostaljisi olmayan, ama kendine sürekli olarak nostalji iklimi yaratmaya çalışan bir kenttir." (s. 5) Ankaralı bir arkadaşım zaten döneceğini bildiği bir yer için özlem duygusunun oluşmadığını söylemişti, belki de başka bir şehre yeterince maruz kalınmadığı zamanlar için doğrudur bu, onun dışında Erhan'ın izlenimlerine bakmaya devam ediyorum, edebiyatın kendi gettosunu yaratmak zorunda olduğunu söylüyor, Ankara'yı bu bağlamda değerlendiriyor. Devletle münasebet çok yoğun olduğu için Ankaralı yazarların yaratıcılığını besleyen en büyük kaynak, Erhan'a göre devletle karşılaşma konumları. "Devletimizin sarsılmaz gücü, öncelikle Ankaralılar üzerinde sınanır." (s. 6) Üç şairin bir araya gelip dergi çıkartmaktan söz ettikleri başlıca yer Ankara'dır, karşı konum oluşturma güdüsünden ötürü. Devletin adım atamayacağı bir düzlemin özleminden ötürü belki. İstanbul'la Ankara kıyaslanıyor sonra, İstanbul'un pratikliğinin yanında Ankara'nın "fazla teorik kaldığını" söylüyor Erhan, kişisel özlemlerinden de bahsediyor arada: "Bana gelince, Özdemir İnce ile Piknik'te bir (ya da on) kadeh votka içmeyi özledim. Doktor Ercan'ın Anıttepe'deki evinde Ah Kavaklar'ı dinlemeyi. Selim'le Büyük Express'te bir bardak bira eşliğinde foça fındık yemeyi... özledim. Rüyalarımız bile işgalde artık." (s. 11)

Başka bir bölüm, şiir üzerine düşünceler. Şiir üzerine konuşmak doğruca eleştirinin çözümleyici mantığına götürür, şairin şiir üzerinden konuşmasıysa yorumların yorumuna yol açar. Şiir insanın en gerçek, dolaysız ve özlü eylemlerinden biri. Şiirin tarihi, insanlığın tarihi. Şiir bir uzlaşma çabası, nihayetinde uzlaşamama durumu. Yunan tragedyaları iyi vatandaş olmanın özelliklerini belirlemek için yazılmışken Baudelaire bu meseleyi bambaşka bir yere taşımış. Toplumsal sorumluluk kısmına bu noktadan bağlanıyor mevzu, Erhan'a göre toplumsal ilişkiler dili belirliyor ve dil bu yolla bireyselleşiyor. "Şair, toplumun öncüsü değil, o toplumda yaşayan, o toplumun sancılarını duyan biridir yalnızca." (s. 21) Servetifünun'dan itibaren şiirimizin kısa bir değerlendirmesi geliyor sonra, noktalık düşünceyi alıp bitireyim: "Şiir, bu çağın yıkımına karşı insani düzlemde bir alternatif olmak zorundadır." (s. 24) Başka bir bölümde 1950'den sonra kuşaklardan değil, birtakım anlayışlardan söz etmek gerektiğini düşünüyor Erhan, Türkiye'de şiir gündeminin her on yılda bir yapay kuşaklandırmalarla, ayrımlandırmalarla değiştirilmek istendiğini iddia ediyor. Şiirin hayatla kurduğu anlam ilişkisini değerlendirme biçiminden kaynaklanıyor bu, şairin vicdan sahibi olup olmadığına dair tartışmalardan yola çıkarak Mehmet H. Doğan'a ulaşıyoruz, 1980'lerin şiirinin bireye hitap etmemesine dair bir düşünceye karşı çıkan Doğan, o günlerde o tür şiirlerin yazılmadığını söylüyor. Erhan'a göre bireyin/şairlerin hayat karşısında yetersiz kalmaları yüzünden kopukluklar ortaya çıkıyor, şiir veya okur kendini yalıtılmış, anlam delgiciliği sonucunda eline hiçbir şey geçmemiş halde buluyor. Şiirin başkaldırması gerektiğini söylüyor Erhan, yeni anlamlarını ve biçimlerini yaratmalı, yaşamı yakalayabilmeli, şiir ancak bu şekilde varlığını sürdürebilir.

Kırkayak Takvimi. Düşünce parçaları. Octavio Paz'ın ölümü, gazetede. Şiirleri aranıyor evin içinde, bulunamıyor. Sait Maden çevirisi, tünel kazmak pahasına bulmak istiyor Erhan. Sarhoşluğu en ayık hali. Bütün memelilerden nefret ediyor. Telefonu artık çalmıyor, yalnızca yürümek istiyor. "Bir çocuk örtüldü üstüme sanki." (s. 45) En büyük devrimci hareket yürümek. Odaya doğması istenen sazlı-sözlü güneş. Sonrasında deneme-günlük parçaları geliyor, emlakçıların doğurduğu sıkıntılardan bir evi terk etmenin hüzüncüne uzanan konular, yaşam parçaları. Sayısal Loto, at yarışları. Alkol bağımlılığı, Erhan'ın üzerinde incelikle durduğu konu. Doktora gidiyor ve öğreniyor ki bağımlıların en fazla %3'lük kesimi alkolü tamamen bırakabiliyormuş, boku yediğini düşünüyor. Alkolsüzlüğe katlanamayacağını düşünüyor. Alkolden kurtulabilse de Türkiye'den kurtulamayacağını düşünüyor, aslında arada pek de bir fark olmadığı için alkolden de kurtulmuyor. Xanax güncesi için sayısal bir şema hazırlanmış, her gün belli bir mg. ve uyuşukluk. Alkol kullanmamak gerekiyor, alkol kullanmayacaksa o hapları neden yutuyor? Nedenler ortadan kalkınca veya birbirine karışınca her şey olağanlığında sürüyor. Ankara günlerinde oluyor bunlar, Dikimevi'nden Bahçelievler'e bir otobüs. Dikkat, alkol var!

Sonrası anılar. Ankara'ya ve 1970'li yıllara dair, toplumsal vicdanın izini süren, kısılmışlığın yarattığı bezginliğin hissedildiği. Metin ve Nebahat Altıok, Ataol Behramoğlu, Özdemir İnce. Altıok'un Bingöl günlerinde biriktirdiği acıların Erhan'daki yansımaları. En sonda Deniz için bir bölüm. Erhan'ın oğluna yazdığı mektup değil, günce değil, bir iletişim çabası. Babalığın ne olduğunu hissettiğimi hatırlıyorum bu bölümü ilk okuduğumda, ben bir babaya hiç sahip olmadığımdan, olur da baba olursam çocuğuma neler söyleyeceğimi Erhan'dan öğrendiğimi düşünmüştüm. Fikret Kızılok ve Ahmet Erhan, babalığa dair iki önemli figür. Davranışlarını bilemiyorum ama sözlerinde öyle ağır bir sevgi var ki... Son bir detayla bitireyim, Deniz'in doğduğu gün Erhan'ın "kadim dostu, can arkadaşı" Doktor Ercan (Kesal) oradaymış, doğumhanede anneyle ve oğulla ilgilenmiş, uzunca bir süre.

"Sana babalık yapmama izin vermediler. Bu bir suçlama değil. Pek çok şeyin olduğu gibi, baba olmanın da acemisiydim ben. Ama bu dünyada bunu bana öğretecek bir tek insan vardı, o da sendin." (s. 134)

2 yorum:

  1. Bu blog, bu yazılar burada kimsesiz kaldı diye hayıflanır takipçi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Buradaki yazılar kitapyurdu.com'a gidecek bir süre sonra, taşınma evresinde sanırım.
      www.kitaplardananlamayanadam.com adresinde mevzuya devam ediyoruz, bekleriz.

      Sil