1 Temmuz 2019 Pazartesi

Camilo José Cela - Arı Kovanı

Herkesin herkesle dostmuş gibi olmasının bir yolu da insanların birbirlerine karşı korkunç bir kayıtsızlık içinde yaşamaları. Akrabalıkla bağlıdırlar, dostlukla bağlıdırlar, cinsellikle bağlıdırlar ama çürük, çözülebilir bağlar onları sadece bir arada tutar, derinleşmelerine izin vermez. Görünürdeki yakınlıklarının altında kaypak bir zeminden başka bir şey yoktur. Bunun farkındadırlar, yaşamak zorunda olduklarının da farkındadırlar, bu yüzden iş olsun diye yaşarlar. Güzel bir örnek; genelevin koridorlarında karşılaşan babayla kızın düşüncelerini okuyabiliriz, babası kızının söylediğine inanır ve kızın bir arkadaşını görmek için orada olduğuna inanır. Kız da babasının üfürdüklerine inanır, sunulan nedeni sorgulamadan kabul eder, o günden sonra sofralarında derin bir sessizlikten başka bir şey bulunmaz. Besin maddelerini tedarik etmek başlı başına sıkıntıdır, insanlar üçün beşin hesabını yaparlar. İç Savaş'tan sonra toplumsal dayanaklar, inançlar -artık her neyse- tepetaklak olur, karakterler -çok sayıda karakter, onlarca karakter, kameranın önünden geçen onca karakter- geçinebilmek için fahişeliğe başlar, yancılıkta ihtisas yapar, tuzu kuru tayfa da daha iyi sömürebilmek için elinden geleni ardına koymaz. İki günlük süreç bir kıyamet filmi gibi çıkar karşımıza. Madrid'in birkaç sokağı ve caddesi onca hikâyeyi birbirine bağlar ama hikâyelerin sahiplerini bağlamaz, böyle bir ortamda sağlıklı ilişkilerin gelişmesi mümkün değil.

Faşist rejim dehşet saçıyor bir yandan. Cela'nın 1965'te yazdığı giriş mahiyetindeki metne bakarsak popoyla alakalı sağlık problemlerini görürüz, Cela birkaç defa ameliyat olmuştur, fitilinin ambalajını çıkarmadığı için zamazingoyu kullanırken acı çekmemek için popo sağlığını feda etmeye niyetlenmiştir ama şapşallığı ortaya çıkınca fitil kullanımına devam etmiştir. Cela'nın poposuyla faşizm arasında ince, derin bir bağlantı vardır; rejimin yasaklamalarının ve uyguladığı sansürün acısı mabat ve makat bölgesinde yoğunlaşmaktadır. Cela bir yandan işin bu yönüne değinirken metninin basılma macerasını ve eşinin kahramanlıklarını anlatır. 1945'te yazılmaya başlanan metin 1948'de tamamlanır, 1950'ye kadar tekrar tekrar ele alınarak orasından çekilir, burasından itilir, şurasından eksilir ve her yerinden tamamlanır. Sonra ne olur, Sansür Kurulu metni kışkışlar. Cela orijinal metnin yazılı olduğu tomarı dramatik bir şekilde ateşe atar, çok sevgili eşi koşarak tomarı kurtarır ve, "Salak mısın ya sen?" der. Demez ama çok kızar, patlatır bir tane. Patlatmaz ama çimdikler belki. Ardından metin Peron'un at koşturduğu Arjantin'de basılır, oranın Sansür Kurulu da arıza çıkarır ama metin basılır. Cela'nın başına gelecekler bellidir, Madrid Basın Kurulu'ndan şutlanır, İspanyol gazetelerinde adı yasaklanır. Kendi memleketinde parya olur, dünya çapında ün kazanır. 1989'da da Nobel'i alır zaten. Sağlam bedel ödemiştir Cela, sesini yükseltip doğruları dile getirdiği için. Modernistlerin son yüzlüğünde bayrağı en önde taşıyanlardan biridir aynı zamanda. Onlarca yaşamı bir arada tutmak için yüzlerce parçalık bir anlatı çatar, anlatısına kattığı karakterler vasıtasıyla kattığı yeni karakterleri de aralara sıkıştırır, kiminin izini sürmeyi hemen bırakır, kimini kilit noktalara doğru yolculuklarına çıkarır. Şöyle bir kapak buldum, hoş. Ortadakileri adları anılıp sahneden hemen çekilen karakterler olarak düşünebilirsiniz. Sokaklarda veya mekanlarda kaybolur bunlar, olay örgüsüne etkileri yok denecek kadar azdır. Cela'nın bu insanları neden ele aldığını düşününce, eh, belki çoklama bir dünya düşünmüştü ve başka hikâyeler anlatacaktı, bu insanların ortaya çıkmaları gerekliydi yani. Başka bir sebep, ele alınanlardan başka insanların da olduğunu, odaklanılanın dışında da bir dünyanın varlığını duyurmak.

Arka kapakta "üç yüzden fazla insan" denmiş, insandan geçilmiyor gerçekten. Karakterlerin arasındaki ilişkiye dair tablo mablo var mı diye aradım biraz, bulamadım. Not almak gerekebiliyor bazen, kimin kim olduğu karışıyor. Yüzyıllık Yalnızlık'ta yeterince delirmeyen varsa bu metne meydan okuyabilir. Evet. Bütün karakterleri ele almak için sabrım yok, birkaç kişi üzerinden yürüyüp noktayı koyacağım, sonra bisikletle Maltepe Park'a gideceğim. D&R'da Can Yayınları'nın kampanyası başlamış, 7 TL'ye muazzam kitaplar var. Geçen gün, bizim burada Hilltown var, oradaki kitapları yüklendim. Dün Akasya'ya gittim, orayı didikledim. Bugün Maltepe, yarın başka bir yer. Böyle gider. Neyse, Bayan Rosa'yla başlıyoruz, birilerine bağırıyor. Bayan Rosa'nın sahibi olduğu kafeye insanlar gelip gidiyor, bazılarının hayatlarına şahit olacağız. Aslında mekanlardan da bahsedilebilir; bir tanesi bu kafe. Sokaklar, tramvaylar, bir lokanta, bir kafe daha, evler. Bu kadar. Bayan Rosa'ya döneyim, huysuz ve tatsız bir kadın. Çalışanlarına kötü davranıyor, müşterilerine de bir o kadar kötü davranıyor. İyi davrandığı kimse yok. Masalarının mermerleri mezar taşlarından yapılmış, taşların üzerindeki isimler okunabiliyormuş. Manidar. Endazeyi göstermekten, kaçırmamaktan bahsediyor Bayan Rosa, yemeklerdeki malzemelerin oranlarını bağır çağır düşürüyor, içkilere musallat oluyor falan, sıkıntılı bir tip. Anlatı II. Dünya Savaşı zamanına oturtulmuş, dolayısıyla savaşla ilgili düşüncelerinden karakterler hakkında daha çok bilgi sahibi olabiliyoruz. Dükkanının kaderini Hitler'in kaderine bağlamıştır mesela Bayan Rosa, Hitler'in savaşı kazanmasını ister, haliyle "kızıllardan" nefret eder ve rencide edeceği adamı mutlaka kızıla benzetir. Fakir kızıldır, meymenetsiz kızıldır, kızıl olmayan insan az gibidir.

Meteliksiz bir şairi dükkanından atmasıyla anlatının yönünü değiştiren yine kendisi olur, adama odaklanırız bu kez. Martín Marco sözcüklerle oynar, şiirden başka pek bir şey düşünmez ve üniversite zamanlarındaki arkadaşları dahil olmak üzere hemen herkesten borç bulmaya çalışır. İşsizdir, aylak aylak dolanmaktadır. Pansiyoncu bir tanıdığının kendisine sağladığı odayı ve kadınları geri çevirmez, yaşamını bir şekilde sürdürmeye bakar. Yakınlarda gerçekleşen bir cinayetin ortaya çıkarılmasının sonucunda kendisinin önemi artacaktır, sonlarda. Bayan Leocadia'yı da anayım, kendisi kestaneci. Tramvay durağı civarında kestane satıyor, önemli karakterler mutlaka uğrayıp kestane alıyorlar kendisinden. Kimin odak noktası olacağını kestirmek güç, Cela rastgele bir yol izlendiği izlenimini yaratıp anlatısını kurmaya devam ediyor.

Zor bir biçim. Polisiyeyle dirsek teması var, bireyselliği çürüten dandik toplumsallığın eleştirisi var, faşizmi kafaya alma durumlarının yazara çıkardığı sıkıntıları zaten söyledim. Bu metin okunsa iyi olur, girift bir anlatıyı kurma biçimleri konusunda fikir verebilir, anlatılan hikâyelerin nitelikleri bu makinevari tekniğin yapaylıktan uzaklaşmasını sağladığı için o açıdan da bir gedik yok. Şahane.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder