29 Eylül 2012 Cumartesi

Halid Ziya Uşaklıgil - Bir Hikâye-i Sevda

Kariler, eğer bir şeyler karalama derdindeyseniz, çok deli ve arıza bir yazar olacağınızı düşünüyorsanız ve Halid Ziya'ya bakıp "meeh" demişseniz çok veya az, bir şeyler kaybetmişsiniz demektir. Şu coğrafyada yaşamları süzgeçten geçirip de tadını bozmadan sayfalara aktarabilen nadir yazarlardan biri, "Lan benim romanlarıma kitlenmeyin, öykülerim daha başarılıdır, onlara da bakın," sözüyle tarihte yerini almış, bir iki giderinin dışında bolca okumuş, bir o kadar yazmış, çevirmiş, bir dönemin edebi ortamına damga vurmuş bir adamdır Halid Ziya. O yüzden lazım. Selim İleri'ye, Necati Tosuner'e, işte öyle öyle adamlara bakın. Favori yazarları arasında Halid Ziya'yı göreceksiniz.

Bir de tüyo: Kabalcı var, bildiniz. Girin, indirimli kitaplar bölümünü bulun. Oradan sadece 1 TL'ye Halid Ziya'nın kitaplarını alabiliyorsunuz. 1 TL. Tırto tırto kitaplara para vermeyin de bir tanecik alın bari lan. Ya da siz bilirsiniz ama alın bir tane, bulunsun.

Kitaptaki öyküler 1894-1921 arasında kaleme alınmış ve bazıları otobiyografik öğeler içeriyor. Halid Ziya öncelikle mükemmel bir gözlemci, ardından mükemmel bir kurgucu. "Bana birkaç isim verin, size hemen bir hikâye sunayım," diyor adam. Çünkü geçmişe dönük bitmek bilmeyen bir özlem var ve uydurukçuluk, kaynağını bu sonsuz özlemden alıyor. Gençlik yıllarını İzmir'de geçiren Halid Ziya, yazdığı onca öyküye, romana rağmen İzmir'in havasını sayfalardan alamamaya başlıyor ve 50 yıl sonra doğup büyüdüğü şehre geri dönüyor. Bu başka bir yazının konusu.

Bir Hikâye-i Sevda: Barba, Balkan Savaşları sırasında İzmir'e gelen bir meczuptur. Soru sorarlar, cevap vermez. Sürekli güler. Buna geldiği köyde derme çatma bir kulübe yaparlar, yemek verirler. Köyün meczubu olur artık, herkes onu çok sever ve kış gelince bir gemiye atlayıp gitmek isteyen köyün uğurunu bırakmazlar. Barba yine güler, köyde kalır. İşte güç isteyen işleri falan yapar. Bu arada Barba'nın aşık olduğu dedikodusu yayılır. Adam gerçekten de hayalet gibi gezinmektedir, böyle adeta aşığım ulan ben diye bağırmaktadır. Sorarlar, söylemez. Susar, gönül razı gelmez, o da alır kazmayı küreği, yıkıntıların arasında bir yol yapmaya başlar. Aylar geçer, yol biter, Barba için bir tören düzenlenir ve madalya gibi bir şey alır Barba.

Ortadan kaybolduktan sonra cesedini göl gibi bir yerde bulurlar, ayağına falan taş bağlayıp atlamış. Aldığı madalya tarzı şeyi de köyün en güzel kızının kapısına asılı bulmuşlar. Böyle bir garip insanın hikâyesi. Mahallesinde deli mi diyeyim, akıl hastası mı diyeyim, neyse, olanlar bilirler. İncelersiniz ama ötesini merak etmezsiniz. Halid Ziya ötesini de gösteriyor burada. Süper.

Emel-i Meyus: Her akşamüstü dışarıdaki çocukları izleyen bir amcamız var. Hiç kaçırmıyor; aynı saatte, aynı yerde. Eşi de kendi dünyasında bir kadın. Çocukları olmuyor, sıkıntı burada.

Doktorlar, hemşireler, kocakarılar, üfürükçüler, kar etmiyor. Bu sırada bir evliliğin anatomisini de çıkartıyor Halid Ziya. Evlendikleri zaman, çocuksuzluk, evlatlık fikrinin adam tarafından reddedilmesi, bir zaman sonra konuşacak hiçbir şey bulamamaları, bir odada sessizce yaşlanan insanlar... O geçen zamanın tıkırtısını işitebiliyorsunuz, oda da gözünüzün önünde canlanıyor. Tozlar içinde yaşayan iki insan. Zamanı öyle sakince öldüren insanlar Halid Ziya'nın kaleminden başka bir kalemden çıkamazdı zannediyorum.

Neyse, bir gün karısı adama müjde veriyor. Dünyalar adamın oluyor, emin olmak için doktorla konuşmaya gidiyor adam. Doktor yine birçok terim kullanarak adamın kafasını karıştırıyor ve diyor ki yanılıyorsunuz be mal, karınız hamile değil. Off, yıkılmaya gel. Sonra eve dönüyor, daha büyük bir umutsuzluk içinde kıvranırken yüklükten ses geliyor, bir de bakıyorlar ki üç tane kedi. Birini tutuyorlar evde, adını da İsmet koyuyorlar. Doğmayacak olan çocuğun adı. Ulan çok üzücü bir hikâyeydi ya.

Güzel Artemisiya: Kıvrandım şunu okuyunca:

"İnsanın hayatında geçmişin anılarına yöneltilen geriye bakış, bence tıpkı tersine çevrilerek bakılan bir dürbüne benzer: Bütün görüntüler ve biçimler uzaklarda, ancak ayırt edilebilen uzun aralıklarla sıra ile durur. Ancak renklere, çizgilere ilişkin olan bütün bakışı incitecek eksiklikler kusurlar uzaklığın boyutu ile örtülmüş, gizlenmiştir." (s. 30)

Halid Ziya, geçmişi böyle gördüğünü söylüyor. Gerçekten de bir süre sonra sadece güzel anılar kalıyor, ya da kötü anılar gerçekten de kötüyse, yani karakterimizi etkileyecek kadar, yaşamımızı değiştirecek kadar kötüyse ortada hiçbir şey kalmıyor. Hiçbir şey hatırlamıyoruz, bastırıyoruz ve diplere çöküyor ne varsa. Diplere, asla bir şey aramak istemeyeceğimiz derinliklere çöküyor. Nereden nereye geldik, neyse.

Anlatıcı muhtemelen Halid Ziya. Gençliğinde izlediği bir şarkıcıyı yıllar sonra tekrar izliyor ve geçmişin ne kadar da uzakta olduğunu fark edip yıkılıyor, kaçıyor ortamdan. Böyle.

"Ben daha fazla işitmemek için, şimdi bir çığlık acılığıyla yüreğime ezinç veren bu yinelemeyi duymamak için acele yürüyor, buradan bir an önce uzaklaşmak istiyordum. Ama o, iki masum çocuk annesinin (Artemisiya) bu gülerken ağlayan sesi beni izliyordu ve hâlâ izliyor:

Tara, tara, tira, tara, rara, rira..." (s. 39)

Daire-i İstintakta: Sorgu sırasında söylenenlerden oluşan bir hikâye, teknik bu. Bir kızcağız var, 15 yaşında. Bir yıl evvelinde bir adam çıkartıyorlar karşısına, evlendiriyorlar. Görücü usulü bile değil, veya kızın haberi olmadan öyle. Halid Ziya da dönemin sorunlarına olabildiğince eğilen bir yazar, dolayısıyla böyle şeyleri sıklıkla yazıyor. Kadına şiddeti ve çarpık evlilikleri eleştiriyor burada. Kadın öldürüyor kocasını en sonunda ama adam neler neler yapıyor. Şerefsiz. Bir de şey, kadın hamile olduğunu söylüyor adama.

"O gün yanına yaklaşarak yavaşça, hem gülerek hem korkarak söyledim. Ah, ne dedi bilir misiniz? Öfkeyle bana döndü, omuzumdan şiddetle bakarak: 'Sen de, piçin de yerin dibine batınız!' dedi." (s. 43)

Dsddsf, züppe olmakla suçlanan bir yazar için hakaret, küfür böyle kariler. Adam kibar.

Bayram Hediyesi: O zamanın arkadaş çevresine süper bir bakış ve yoksul insanlar. Rencide edilmeden bir insana nasıl yardım edilir, bu. Fakat asıl olay Süleyman Naim adlı bir arkadaşın söyledikleri:

"Ben sana bir şey söyleyeyim mi azizim? Edebiyatta eski, yeni, pek yeni, daha da çok yeni, yeninin yenisi yoktur. Yalnız bir şey vardır: Edebiyat!.. Bugünün edebiyatına, özel deyimiyle Edebiyat-ı Cedîde'ye karşı aşağılatmada bulunanlar ne kadar insafsızlık ediyorlarsa, eski edebiyatı küçümseyenler de haksızlıkla aynı şeyi yapıyorlar demektir. Edebiyatta ben ne eskilik, ne yenilik tanırım; edebiyatta ne dün vardır, ne bugün... Edebiyat, Batı'nın hüzünler ufuklarında ya da Doğu'nun keyifli göklerinde doğmuş olsun; edebiyat Arabistan'ın güneş tufanları altında tutuşan çöl denizlerinde, bir hurma ağacının lutfedici gölgesinde; ya da kuzeyin donuk tanyerleriyle boyanan buzdağlarında yetişsin, bence edebiyat, her vakit, her yerde birdir. Edebiyatta ayrımı yapılacak yalnız bir görüş açısı vardır: Güzel ya da kötü..." (s. 50)

Mai ve Siyah'taki şiir ve Edebiyat-ı Cedîde görüşlerini destekleyen, hatta koca bir dönemin özetini çıkaran bir bölüm.

Küçük Kambur: Halid Ziya'da çocukların yeri pek önemlidir. Kendisinin çocuklarla ilgili bir sözü vardı, galiba dünyada en çok çocukları, çocukların tertemiz, saf gönüllerini sevdiğini söylüyordu galiba. Dolayısıyla hemen her öyküde küçük rollü, büyük rollü çocuklara rastlarız. Bu da öyle. Küçük kambur, mutlu bir aile ortamında büyüyen bir çocuk. Babası eğlence olsun diye her zamanki gibi sallıyor kendisini bir gün, lakin çarşaf elinden kaçınca güüm, çocuk yerde. Omurgası zortluyor ve çocuk kambur oluyor. Bundan sonrası diğer çocukların kambura alışma safhası, giysi problemi, yani küçük bir çocuk için dert olacak bütün küçük sıkıntılar. Minicik detaylarda büyük bir dünya var Halid Ziya için.

Hiçbir şey bizim çocuğu yıkamıyor, ta ki beraber büyüdüğü bir kız evlenene kadar. Eh, bir insanı aşk yıkabilir ancak.

Bir Valide Tarafından: Görücü usulü evlilik temalı bir öykü. Anne, kızını evlendirmek üzere ve kendi gelinlik çağını hatırlıyor, anılara dönüp anlatıyor bazı şeyleri. Çok ilginç hadiseler var, zamanımızda birçoğu yok olmuştur ama o zamanlar niyeti belli eden şifrelermiş adeta. Birini alayım. Görücüler çıkarken.

"Onlar çıkarken size, 'Allah bağışlasın efendim, Allah güldürsün efendim!" derler, bu: 'Allah başkasına bağışlasın, başkasından güldürsün!' demektir." (s. 75)

Taktiklere gel lan, süpermiş. Neyse, kızımız bir genci beğeniyor, evlenecekler. Genç o sırada askere alınıyor, gidiyor. Ölüm haberi geliyor anneye, anne yıkılıyor. Kızına haberi daha vermemiş, öyle görüyoruz öykünün sonunda. Yıllar süren görücü akınından sonra işler yoluna girdi derken tekrar görücü akını başlayacak, kız için büyük yıkım. Adam insanın içini kıyıyor ya, gerçekten on numara beş yıldız öyküler.

Ruznâmeden Müfrez: Yani günlükten alınmış anlamında. Günlükten bir bölüm. Halid Ziya diyor ki operatör bir dostumun güncesinden aldım.

Bir gün doktora bir ressam geliyor, aşk hikâyesini anlatıyor. İşte karşı camda bir kız varmış. Bakışmalar başlamış, gülüşmeler başlamış, selamlar başlamış falan. Sonra anneyle ve kardeşiyle geliyor kız, ziyaret ediyor ressamı. Seviyorlar birbirlerini, evleniyorlar. Ressam gece bir de bakıyor ki kızın kulağının yarısı yok. Dert oluyor, ulan yarısı olsa ne olacak, olmasa ne olacak diyor ama bir yandan da istemiyor kızı. Aşık ama aşık değil. Çünkü kızın estetiği bozuk. Lan seviyorsan evlen, çocuk yap, süper bir ömür geçir. Kulağın yarısı yok diye lolo yapmak ne oluyor.

Neyse, doktor işte oraya bir şey yapamayacağını söylüyor, ressam da umutsuzlukla çıkıyor oradan. Bu kadar.

Büyükbaba: Yine bir Halid Ziya şahanesi. Gözlem, kurmaca gücü ve çocuk. Üçü bir araya geldi mi aha.

Büyükbabayla torunu, en azından anlatıcı öyle düşünüyor. Zamanlar boyunca gözlüyor anlatıcı, ikisine de bir hayat oturtuyor. Bir gün çocuk büyükbabanın yanında değil, adamcağız çökmüş ve elinde ilaç torbaları var. Gerisini biliyoruz ama o kalp burukluğunu bilmiyorsunuz, okursanız anlarsınız. Bildiğin sokaktan geçmeyen adamı geçer gösteriyor Halid Ziya, inanıyoruz. Zaten inanmak zorundayız, yazarların okuyuculara yalan söyledikleri nerede görülmüş?

Bir bu kadar daha öykü var, hepsi şahane. Okuyalım.

3 yorum:

  1. Kabalcı'da benim de gözüme çarptı bunlar ama yanlış hatırlamıyorsam Halit Ziya'nın İnkılap baskıları pek tavsiye edilmiyor. Tıpkı basım mı? Sadeleştirme yoktur sanıyorum. (Kendi sadeleştirmesi dışında.)

    YanıtlaSil
  2. Tıpkı basım olduğunu umuyorum. :j Kitapları hazırlayan Şemsettin Kutlu önsözlerde küçük bir harf düzeltimi vs. hakkında bilgi veriyor, Halid Ziya'yla konuşup yeni baskılar hakkında fikir alıyor. Hassas bir insan, öyle bir gılloluk yapmamıştır diye düşünüyorum ama bilemedim.

    YanıtlaSil
  3. Evet bu argümanın bana da mantıklı geldi. :) o zaman en kısa zamanda Kabalcı'ya uğramalı. Teşekkürler!

    YanıtlaSil