25 Ocak 2013 Cuma

Ingvar Ambjörnsen - Beyaz Zenciler

Ambjörnsen kardeşimiz, gerçi şimdi dayımız, 70'lerde geçen, "yoldan çıkma" üzerine bir roman yazıyor ve ipi koparıyor. Bir uyku tulumu, bir içki parası. Sahip olduğu şeyler bunlar. Böyle bir hayat. Bu bize gelmez, çünkü komşu çocuğunun başarılarıyla imtihana çekilen, işe sokulan... Ya kimi kime anlatıyorum, biliyorsun bizim toplumu sevgili kari. Ayı amcalar, dedikoducu teyzeler. Annenin yüreğine inmesi için, "Senin oğlanı sokakta yatarken görmüşler," denmesi yeter. Heh, sıkıysa çık şimdi de bu arkadaş gibi yaşa. Gençlerimizin kitap hakkında verdikleri tepkiler de süper. Bir baltaya sap olamayan gençler anlatılıyormuş, tembelliği yayıyormuş. Kafa bu.

Kitap güzel, çünkü hayatını yaşamak istediği gibi yaşayan bir adam var. Sırf bu yüzden güzel. Bendeki 93 basımı, ikinci baskı. Şöyle bir ibare var: "Bu kitabın yayın hakları yazar tarafından Ayrıntı Yayınları'na iki adet lületaşı pipo karşılığında verilmiştir." Adamın böylesine hiçbir şeyi yok lan, istemiyor da. Büyük saygı duydum.

Roman üç bölüme ayrılı. Birinci kitapta Erling Haefs'in Oslo'ya dönüşü ve Charly'yi buluşu var. Erling İspanya'da ucuz şarap içiyor, sevişiyor, dolanıyor ve memlekete dönüyor. Ardından beraber yaşadığı bir kadından para koparıyor falan. Sonra tanıdığı arkadaşlarına Charly'yi falan soruyor, buluyor en sonunda. Punk kardeşler, ayyaşlar, uyuşturucu bağımlıları falan bir apartmanı kapatmışlar, hep beraber orada kalıyorlar. Charly burada ortaya çıkıyor. Çocukluk arkadaşı bunlar, bir de Rita var. Öğreniyorlar ki Rita kanser, 20'li yaşlarının başında. Uyuşturucu bağımlısı olmuş ve fahişelik yapıyor. Arayıp buluyorlar Rita'yı ve apartmana getiriyorlar. Sonra Charly güneye gidiyor, bir seyahate. Bir parti sırasında Rita intihar ediyor. İlk bölüm böyle. Şimdi blog'un amacına uygun olarak öküz gibi anlatıyorum, olayları az sonra inceleyeceğim.

İkinci kitapta başa dönüyoruz, bu üçünün çocukluğuna. Küçük bir kasabada yaşıyorlar, okula gidiyorlar, bildiğimiz hayat yani. Sonra kırılma noktası geliyor, çizginin dışına çıkıyorlar. Üçüncü kitapta da Erling'in yaptıkları, ettikleri. Şimdi ayrıntılar.

"(...) Durup sokaktaki ışığın güzelliğine, karanlığın yumuşak aurasına hayran oluyordum. Kentin doğusuna doğru ilerlerken tüm duygularım şiirselleşmişti. Her şeyi, evlerin cephelerini, arabaları, telefon kulübelerini, sosis satan büfeleri, tramvay raylarını gerilerdeki bir başka şeyin ifadesi, bir ruhun belki de Tanrı'nın mistik bir manifestosu olarak düşünüyordum. İnsan yaratıcılığının eseri - evet tamam. Ama nereden geliyordu düşünceler, itkiler? Ve niçin aramızdan yalnızca bazılarına doğuştan armağandı engin düş gücü, arayıp bulma tutkusu? Çünkü böyleydik biz; çok uzaklarda, çılgınlığın savanlarına çıktığımız, yaşam boyu sürecek olan safaride, varlığına derinden inandığımız altın gergedanın peşinden koşan bir çete..." (s. 25)

Hee, işler bir grup tembelin maceraları olmaktan böylece çıktı. Sırayla gidersek öncelikle kent. Cemal Süreya, şairliğini her şeye bir şiirmiş gibi yaklaşmasına bağlar. Her şey bir şiir. Öyleyse daha çok şey görmek doğal bir istektir, bir doyumsuzluk vardır burada çünkü. Hayatınızın daha çok şey görmek için harcamaktan sakınmayacağınız saatlerini bir odaya, bir sınıfa, bir fabrikaya gömmek istemezsiniz. Kendinizi böyle bir konumda düşündüğünüz zaman mideniz bulanır. Sıkıntıdan. Mesai saatinin bitmesini beklersiniz, hafta sonunu beklersiniz, yaz tatilini beklersiniz. Beklemeye alışırsınız ve beklemeye alışmasaydınız yaşayacağınız hayatınız önünüzden davullarla, zurnalarla geçer gider. Farkına varmazsınız, çünkü patronun fazla mesaiye zorlaması vardır aklınızda. Hayattaki tek korku, patronun fazla mesaiye zorlaması. Fakir bir yaşamdan daha korkunç bir şey yoktur.

Kent dedim de kent olmadı burada, kent dışındaki her şey oldu. Erling'in saydıkları kenti, büyük bir kenti ne kadar önemsediğini gösterir. Böyle bir kentte gidilecek çok yer, görülecek çok şey ve tanışılacak çok insan vardır. Bu insanlar hep bir aradadır, çünkü toplum böyle asalakları istemez. Üretmeni ister. Ürettiğin şeyi beğenmez. Daha iyi yenilmek için biraz daha dibe batarsın. Yalnız olduğunu sanırsın, bakarsın ki etrafında birileri var. Hepsi senin gibi olmak zorunda değil, aylaklık aynı düşüncelerde buluşmak zorunda değil. Yine de bir, iki, üç, kaç kişiyi bulursan o kadar iyi. Eh, kentin de bu insanlardan pek farkı yoktur. Aynı rayları, aynı büfeleri görmekten mutlu olmaz mı insan? Bazı şeylere tutunmak gerekir, hep orada olduğunu bildiğiniz bir şeyler lazım.

Ölüm. Charly'le Rita'yı aradıkları sırada Erling'in söylediği şu: "(...) Bazılarımız yaşadığımız hayata göre çok yaşlı bile sayılmaya başlamıştık, ölüme hazırlanıyorduk. Kanser, kanamalar, çalışmayan ciğer ve böbrek muhabbetleri moralimi bozuyordu. Önceleri ölüm bizim için bir hızdı, kırlarda alabildiğine koşan, geçtiği yerlerde papatyaları havaya uçuşturan kara, yağız bir at... İnsanlar aşırı doz eroinden, haptan, arka sokaklarda soğuktan donarak ya da sarhoşken yaptıkları kazalarda parçalanarak ölürlerdi eskiden. Şimdi sinirimi bozan, ölümün 'doğal' yollardan can almaya gelmiş olmasıydı. Aşınmalar başlamıştı. Bu aşınmalar, başka çevrelerdeki insanlara oranla çok daha erken meydana geliyordu bizim burada." (s. 41) Gruba yönelik bir kaygı, kaybetme korkusu. İnsanları kaybetmek, pasif direnişi kaybetmek.  Herkesi kucaklayıcı bir tutum yok lakin, mesela kavga çıkaran iki punk için Erling, onların amaçsız şiddet yanlısı olduğunu ve böyle bir şeye karşı çıkılması gerektiğini söylüyor. Bir amaç var, zaten dendiği gibi "altın gergedanın peşinden koşmak" tek amaç.

Rita'nın cenazesinden sonra Kuzen Petter bir konuşma yapıyor. Rita şöyle süpermiş, böyle iyiymiş. Oysa kendisi Rita'ya tecavüz edip bok atan bir ılık. Ailesi, Rita'nın seçimlerini desteklememiş ve hiç yardımcı olmamış. Bu riyakarlığı Erling kaldıramıyor haliyle. Bütün ülkenin Kuzen Petter gibi adamlardan ibaret olduğunu söylüyor. Her şey ikiyüzlülük.

İnsanların nereye gittiklerini merak ederiz. Bunca insan nereye yürüyor böyle, nereye gidiyor?

"(...) Köprüde trafik her iki yönde de vızır vızır işliyordu. Kendimi bu insanların nereye gittiğini düşünürken buldum. Nereye gidiyorlardı, ne yapıyorlardı, gece ışıkları söndürünce nasıl rüyalar görüyorlardı, TV ve hafta sonu içkileri bitince neyin düşünü kuruyorlardı? Sorular. Kâinat sorularla doluydu. Her birimiz dıştan ya da kendi içimizden gelecek çözümleri bekleyen birer muamma! Görünmez perilerden, kendi yarattığımız tanrılardan haber umuyorduk. Bekleme süresi boyunca da tekne boyuyor, içiyor veya borsa spekülasyonlarına girişiyor, çocuk yapıyor, faturaları ödüyor ya da ödemeyip bırakıyorduk. Sayılı yıllar, diye düşündüm." (s. 76)

Ah be dayıt, kim biliyor ki insanların nereye gittiğini? Hep günlük dertler. Birkaç sayfa sonra büyük kentleri, 24 saat boyunca yaşayan kentleri özlediğini söylüyorsun. Bu insanlar da var oysa, böyle yerlerde nasıl yaşıyorsun?

Rita öldü, çocukluğa döndük. Her şey 1971'in yazında başlıyordu galiba. İçki şişelerini toplayıp satıyorlar. Rita, Charly ve Erling. Erling'in ailesiyle ilgili düşüncelerinde takdir ve nefret yok, her şey olacağına varır diye düşünüyor. Anne köylü, baba işçi. Geleneksel bir aile. Çocuklar okusun, adam olmak lazım. Erling'in abisi Ed okumuyor, soyguncu oluyor ve sonradan akıl hastanesine gidiyor. Burada akıl hastalarıyla yapılan bir dövüş var, kara mizah yemin olsun şapka çıkartır. Neyse, Charly'le aynı sınıftalar ortaokulda. Okul müdürü tam bir milliyetçi, tam bir güç manyağı ve haliyle ikiyüzlü bir dayımız. Bu adam, okuldan nefret etmek için başlı başına yeterli olabilecek kadar sefil bir insan. Bazı şeyleri seçmiyorlar, kendiliğinden oluyor bazı şeyler. Fabrikada işe giriliyor, Bukowski-Céline dünyası. Zaten romanın bir yerinde Céline'in adı geçiyor.

Bütün bunlar olurken Erling okuyor, okuyor ve daha çok okuyor. Kitaplara gömülüyor tam anlamıyla. İlk sanatsal denemeler bu sırada ortaya çıkıyor. Charly şairlikte başarılı, Erling pek değil.

Ortaokuldan sonra yollar ayrılıyor, Erling liseye bir süre devam ettikten sonra yapmak istediğinin bu olmadığını düşünüp liseyi bırakıyor. Sonra başka okullar, başka olaylar. Hayat bedava, öyleyse her şeyi denemekten bir zarar gelmez.

Öncelikle bir seçimler romanı değil bu. Dediğim gibi, bazı şeyler kendiliğinden gelir. İkincisi, bir seçimler romanı. İstediğiniz gibi yaşayacaksınız ve sadece yapmak istediğiniz şey, yaşamak istediğiniz hayat etkili olacak bunda, başka hiçbir şeyi düşünmeyeceksiniz. Toplum, aile, bunlar yanınızda olmayacak, bunları özlemeyeceksiniz. Yeterince nefret ediyorsanız özlemeyeceksiniz zaten.

On numara roman.


2 yorum:

  1. Yazıyı okuyunca kendi kitabıma baktım.2009 basımı,7.baskı
    Bir zamanlar güzel kitaplar cıkardı Ayrıntı yayınlarının Yeraltı Edebiyatı serisinde,tabi o zamanlar Yeraltı adı altında saçmalama yarışı içerisinde değildi yayınevleri.Neyse...
    Yazarın İnsan Postuna Bürünmüş Köpek kitabı da çok iyidir.Ve yazarın senaryosunu yazdığı Elling filmi ise şahanedir

    YanıtlaSil
  2. Ben de pek sevdim, Tavandaki Kukla mı ne var bende bir de, onun dışında yok. Denk geldikçe artık.

    YanıtlaSil