30 Aralık 2019 Pazartesi

Mark Miodownik - Eşyanın Tabiatı

Kudret Emiroğlu'nun Gündelik Hayatımızın Tarihi diye bir kitabı var, şu an tavana değiyor, solumda. Hoca anlatıyor işte, eşyalardan marşlara, caddelerden sıklıkla kullandığımız deyimlere kadar yaşama dair çoğu şey var. Camı anlatıyor mesela, Romalıların camı tabaka halinde üretmelerine değiniyor, zaman içinde camın kazandığı önemden Türkiye'deki ilk cam fabrikalarına getiriyor sözü, orada bırakıyor. Böyle böyle tuğla kalınlığında bir metin oluşmuş, okuyup öğreniyoruz biz de, pek hoş. Miodownik ne yapıyor, terasında çektirdiği bir fotoğrafta görülen nesneler üzerinden eşyanın yapısını inceliyor. Kendisi University College London'ın Malzeme ve Toplum bölümünde çalışıyor, meslekten malzemeci, dolayısıyla bilen bir adam ve bilen adamı dinlemeliyiz. Önce Emiroğlu'nu okuyup ardından Miodownik'i okumalıyız ki kültürel ve sosyal değişimlerden biçim değiştire değiştire bir hal olan nesnelerin atomlarına kadar inelim. Çünkü meraklı insanlarız, öğrenmek istiyoruz. Evet. Miodownik bu işe nasıl başladığını anlatıyor en başta, 1985'te metro beklerken bedeninde on üç santimlik bir bıçak yarası açan adamdan kurtulduktan sonra, muhtemelen travmanın etkisiyle bıçaklara, oradan metallere ilgi duymaya başlıyor. Çeliğe daha doğrusu. Baktığı her yerde çeliği görüyor, zımbalarda bile. İlk zımbanın XV. Louis için yapıldığını öğrenmesi de bu takıntısının sonucu olsa gerek, gerçi alaşımlara dair ne varsa yalayıp yutuyor sonra, sıra diğer nesnelere gelir gelmez ölçek büyüyor, başka malzemeler giriyor işin içine. Fotoğrafta on malzeme var, her birini teker teker anlatıyor Miodownik, bazıları doğada işlenmemiş halleriyle bulunabilirken bazıları için laboratuvarlara ihtiyacımız var, yıldırımlar veya volkanlar dünyanın mikserleri olarak vazife görebilseler de her şeyi yeterli ölçüde ve yeterli ısıda karıştıramadıkları için yapay katalizörlere ihtiyacımız var. Zaten kuantum mekaniği de işin içine girince teorilere doğru küçük bir yolculuğa çıkıyoruz. Miodownik pek uzatmamış kuantum mevzusunu, daha çok görülebilir değişimlere odaklanmış. Örneğin yiyeceklerin normalden daha kıtır yapılmalarının sebebi iştah açmakmış, hatta cipslerin ambalajlarından daha çok hışırtı gelsin diye adamlar oturup kafa patlatmışlar günlerce. Daha çok tükettirmek için uğraşmışlar yani, deneyler yapmışlar, insanların hoşuna giden sesleri ve tatları bulmaya çalışmışlar. Hepsini atomlarla, moleküllerle oynayarak yapmışlar, zincirleri takıvermişler boyunlarımıza. Süper olay. "Bu kitap, malzemelerin ve malzemelerin insan kültürüyle ilişkisinin ayrıntılı bir incelemesi değil, daha ziyade malzemelerin yaşamlarımızdaki etkisini gösteren ve terasta çay içmek gibi masum bir eylemin bile derin bir malzemeler karmaşıklığına dayandığını anlatan bir 'enstantanedir'." (s. 11)

Çelikle başlıyoruz, Taş Devri'ndeki atalarımızın bakır ve altınla haşır neşir olmaya başlamalarından itibaren kemikleri ve taşları bırakmalarının hikâyeleri biraz can yakıcı ama en yakın dostlarımıza, taşlarımıza ve kemiklerimize veda etmek zorundayız bir gün. Sonuçta bakır üretimi başlıyor ve Piramitler inşa ediliyor, Miodownik'e göre Mısırlılar bakırı işlemeyi bilmeselermiş bakır keskiler ortaya çıkmayacak, taş oymacılığı dayanıksız malzemelerden mamul aletlerle yapılamayacağı için Piramitler inşa edilemeyecekmiş. Aslında Aryanlar'ın belli belirsiz tarihinde de metallerin işlenmesi, karıştırılması olayı çok önemli, Mısır'daki Aryan varlığının izlerine bakarsak doğudan ve kuzeyden gelen tayfa Mısırlılara bu tür önemli maddeleri tanıtmış olabilir. Dayanıklı metaller iktidarı ve gücü sembolize ediyor, aslında sembolize etmekten daha fazlasını yapıp sahiplerini muktedir haline getiriyor. Excalibur örneği bu açıdan önemli, kayaya saplı bir kılıcın krallıkla ne gibi bir bağlantısı olabilir ki, saçma değil mi? Bu açıdan bakınca çok mantıklı, kırılmayan bir metali işleyebilecek teknolojiye sahipseniz, ki o zamanlar bu teknoloji birazcık malzemeden, birazcık da yüksek ısı veren yakacaktan ibaretti, dünyanın hakimi sizdiniz o zamanlar. "Dislokasyon" diyor Miodownik, alaşımların saf metallerden daha güçlü olmasını istersek metal kristallerinin hareketini en aza indirgeriz, dislokasyon denen naneyi ortadan kaldırırız, bunun için de malzemeyi olabildiğince sıkıştırırız. Çift su veririz mesela, bizim kültürde çok sağlam kılıçlar için söylenir bu. Sonra sağlam bir döveriz kılıcı, bam güm girişiriz, şekil verdikten sonra suda cos diye soğuturuz, böylece elimizde iyice berkitilmiş bir silah alabiliriz, önümüze gelenin kılıcını ve kafasını kırarız, ne güzel. Tabii sadece savaş aletine çevrilmiyor çelik, tıraş bıçağı oluyor mesela. Romalılar sinekkaydı tıraş olurlarmış ki barbarlardan ayrılabilsinler. Medeniyet göstergesi olan tıraşın kökeni bu. Paslanmaz çelik tamamen şans eseri bulunuyor, I. Dünya Savaşı sırasında laboratuvarda deneyler yapan bir adam parıltısı zamanla kaybolmayan metal bir atık buluyor, ta taa. Bizden önceki nesiller yemek yerken metallerin tadını alırmış ama paslanmaz çelik sayesinde biz sadece yemeğin tadını alıyoruz, koruyucu tabaka sayesinde vücudumuza garip garip metaller girmiyor.

Kağıt, iki numara. Karmaşık yapısını mikroskop olmadan göremeyiz, selüloz liflerini belki eski kitap sayfalarının deforme hallerinde görebiliriz ama günümüzde zor. Çok güzel yapıyorlar bu kağıtları, pürüzsüz, pırıl pırıl. Lignin denen bir maddeden ayrıştırmak gerekiyor kağıdı, yoksa ışığı görünce oksijenle tepkimeye giren lignin çeşitli yaşam formlarına kapı aralar, sonra çürüyen kitaplarla ve gümüşçünlerle karşılaşırız. Yaban arılarının yuva yaptığı kitaplar gördüm, o derece organik bir şey kağıt. Romalılardan önce Çinliler bir şeyler yapmışlar, kağıt benzeri bir materyal üretmişler ama malzemenin tüm potansiyelini açığa çıkaran Romalılar olmuş. Katlanabilir kağıt üretmişler, öncesinde kırılan veya çatlayan malzemeden üretilenler tarih olmuş hemen. Tuvalet kağıdına doğru bir serüven kağıdınki, günümüzde her gün 27.000 ağaç kesiliyormuş tuvalet kağıtları için. Bunları geri dönüşüme de atamıyoruz açıkçası, biraz can yakıyor bu durum. Yapacak bir şey yok. Banknotlar pamuk bazlı bir tür kağıttan üretiliyor, böylece ıslansa da dağılmıyor banknot, kuruduğu zaman işlevini sürdürebiliyor. Son olarak dijital kağıdı almış Miodownik, Janus parçacığı denen bir nane kullanılıyormuş bu tür kağıtta. Mürekkebin her parçacığının bir yanı siyah, bir yanı beyaz olacak şekle getiriliyormuş, iki tarafa farklı elektrik yükü verilince gerçek bir kitap okuma deneyimi oluşuyormuş. Geçen ay Kobo aldım ben, biraz denedim, son derece başarılı gerçekten. Not alma meselesini hızlandırıp notları hızlıca taramaya alışınca bildiğimiz türde kitaplarla işim bitecek sanırım. Belki de bitmeyecek, "mağara adamı etkisi" sürerse aleti satıp bildiğim şekilde okumaya devam edeceğim, bilmiyorum, uyum sağlamam gerektiğini hissediyorum ama sonradan bunun şart olmadığını söylüyorum kendime, sonra da böyle böyle neleri kaçırabileceğimi düşünüp korkuyorum, sonra pek bir şey kaçırmayacağımı düşünüp rahatlıyorum. Bilmiyorum, kafam çok karışık. Benzer bir kaygıyı gazete konusunda irdeliyor Miodownik, evleri boyarken yerlere serilen, hışırtılarıyla varlığını belli eden, çamurlu botların altına konan gazeteler yavaş yavaş ortadan kalkıyor, kullanışlı bir ev malzemesinden olacağız. Özleyeceğiz, evet, Miodownik doğru söylüyor.

Beton. Yine Roma işi. Romalılar çimentoya taş ekleyince betonu elde ediyorlar ve yapılarında kullanmaya başlıyorlar. Biraz su eklenen malzeme gayet güzel sertleşiyor, iyice karıldıktan sonra koca koca binaların yapımında kullanılabiliyor. Dünyanın en eski su dağıtım sistemini Romalılar kurdu, günümüzde de kullanılıyor. Beton sağ olsun. "Ancak, Romalıların en etkileyici beton mühendisliği eseri başkentlerindedir: Roma'daki Pantheon'un kubbesi. Bugün hâlâ ayakta duran kubbe 2000 yaşındadır ve hâlâ dünyadaki en büyük desteksiz beton kubbedir." (s. 74) Kocaman bir şey, hesabı kitabı nasıl yapıldı bilmiyorum ama tepede öylece duruyor, yekpare, ek yeri yok. Sonraki bin yıl boyunca betonun kullanılmamış olması koca bir soru işareti bırakıyor ortaya, belki de Roma'nın yıkılmasıyla endüstriyel bir imparatorluk ortadan kalktığı için işi bilen pek kimse kalmadı ortalıkta, bu yüzden tarihin o bölümünde beton eserlere rastlamak zor. Yine de varlığını sürdürüyor ve bir şekilde günümüze kadar geliyor, teknolojinin etkisiyle ömrü uzatılarak. Betonun içine belli bir tür bakteri bırakıldığında bakteriler kalsit minerali salgılayarak zayıflayan betonu sağlamlaştırabiliyorlar, tabii teoride. Çözülür bu mevzu, kendi kendini yenileyen beton icat edilir, evimizin kafamıza yıkılma ihtimalini düşünmeden mutlu mesut yaşarız.

Başka ne var, çikolata mesela. Geçiyorum bunu, diyetteyim. Aerojeli de geçiyorum, camı geçiyorum, grafitle bitireceğim. Elmas uzunca bir süre dünyadaki en sert madde olarak bilindi, filmlerde falan camı kestiğini, sivri ucuyla kesmediği bir şey kalmadığını gördük. Bunun en büyüğü Samanyolu'ndaki bir takımyıldızında yer alan, Dünya'nın beş katı büyüklüğündeki bir gezegen. Elmastan. Dünya'da bulunan en büyük elmas futbol topu büyüklüğünde, aradaki muazzam farka dikiz. Elmas çok işe yarar ama en çok duygu sömürüsünde etkilidir, sağlam yapısından ötürü ölümsüz olarak görülür ve ölümsüz aşklarla denklenmiştir, böylece elmas yüzükler moda olur olmaz şapşal aşıklar kendi aşklarını sembolize eden elmaslara yönelmişlerdir, bir güzel söğüşlenmişlerdir ve bu mevzu devam etmektedir. Tabii bu ekonomik hadiseden başka elmasın daha da sertleştirilmesiyle ortaya çıkabilecek maddeler var, yakın zamanda bulunan bir tanesine karbon elyaf diyoruz, uçaklarda kullanılıyor. İnce ve dayanıklı bir malzeme. Bilim ilerledikçe süper iletken denen naneler ortaya çıkacak, muhtemelen elmasın yapısıyla benzerlikleri olacak. Grafen örneğin, elmasın dayanıklılığını aşan bir gücü var, geleceğin yapı malzemesi olarak görülüyor.

Porselen ve implant malzemeleriyle birlikte bir iki şey daha var, bitiyor sonra. İnsanın yolculuğu bu bir yandan, doğayı işlemeyi ve doğayla bütünleşmemizi farklı nesneler, alaşımlar üzerinden görmek geçmişimizi daha iyi görmemizi sağlıyor. Meraklısına duyurulur, çok sağlam bir araştırma bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder