Otuzu aşkın bölüm var, kronolojik bir düzen olmasa da bazı bölümlerin belli bir olay etrafında döndüğünü, zaman çizgisine sadık kalındığını söyleyebiliriz. Birkaç bölüme odaklanacağım. Hapse girmiş bir adamın inşası var önce, dış görünüşünden düşünme biçimine kadar. Gerçi ilerleyen pek çok bölümde, hapishane ortamının ruhu öğütücü farklı uygulamalarıyla karşılaştıkça bu inşaya yeni yapılar eklenecek, aynı meseleye dönülecek ama burada temel atılıyor, önemli. Hapishane ilk saatten itibaren damgalıyor insanı, kıyafetlerini döküyor, yakaları genişletiyor, ortamda askılık namına bir şey olmadığı için elbiseler tepeden tırnağa darmadağın oluyor. Saatler, günler, haftalar ve yıllar aynılaşıyor, uzunca bir süre yürüdükten ve yeterince yorulduktan sonra gelen durgunluk gibi. O duyguyu bilir misiniz? Yeşim'le konuştuk bunu, o da aynı şeyi hissediyormuş. Neyse, diyelim ki bir yere yetişmeniz gerekiyor, yürüyorsunuz, çok yoruldunuz ama durmamanız gerekiyor, kaşlarınızdan ter damlaları iniyor aşağı, ayaklarınız kopuyor ama yürümek zorundasınız. O âna kadar dinlediğiniz müzik acı vermeye başlıyor artık, kulaklığı ve hatta telefonu atıp yükünüzü hafifletmek istiyorsunuz. Adımlarınız, bedeniniz, ruhunuz ağırlıktan başka bir şey değil, her şeyi atıp kurtulmak istiyorsunuz ve o an boşluğa ulaşıyorsunuz. Hiçbir şey hissedilmiyor, sıkıntılarınız ortadan kayboluyor, sadece yürüyorsunuz. Hapishanede bu boşluk beş yıl boyunca sürmek zorunda, anlatıcı başkalarını gözlemleyerek kendisi için savunma mekanizmaları oluşturuyor bir yandan, mesela fotoğraf çekimlerini anlattığı bölüm. "Sadece iki ya da üç çeşit ifade vardır: hayvansal bir durgunluk, şaşkınlık ve utanç." (s. 23) Karşılarında az sayıda iyi gardiyan var, geri kalanı mahkumlara böcekmiş gibi davranıyor. Gardiyanlar hapishaneden emekli olana veya veremden ölene kadar orada yıllarını geçirmek zorundalar, bir nevi onlar da mahkum. Anlatıcı bu geçişi şahane anlatmış, asıl mahkumların kendileri olduklarını bilen gardiyanlar mahkumları döverek veya aşağılayarak kendi mahkumiyetlerinden kurtulmaya çalışırlarken hükümlerini kendileri veriyorlar ama bunu anlayabilecekleri bir düşünce yapıları yok, tütün çiğneyip kart oynuyorlar, evlerine gidip eşlerini ve çocuklarını dövüyorlar, ertesi gün aynı eziyeti sürdürüyorlar. İhtilalciler, asiler, bohemler, proleterler, askerler, polisler, hırsızlar, katiller, hemen herkes gardiyanlara karşı birleşip ortak bir tavır koyabiliyor, normalde kanlı bıçaklı olsalar da. Hapishane, yapısı gereği insanları olabildiğince ayrıştırmaya çalışıyor, böylece iktidarın gücü artıyor ve kolektif muhalefet engellenmiş oluyor, anlatıcı hapishanenin mimarisine değinerek bu konuyu irdeliyor. Sayısız bölüm, sayısız koğuş, sayısız avlu var ama insanlar için değil bunlar, psikolojik savunma duvarlarını yıkmak için. Anlatıcı bu mekanı Dostoyevski'nin Ölüler Evi'ndeki hapishaneye benzetiyor, aslında bu metnin Dostoyevski'nin metninin daha yakın zamanda yazılmış hali olduğu söylenebilir, gerçi burada oradaki gibi ağır bir açlık problemi veya idamı beklemenin yarattığı tahribatın yıkıcılığı yok, en azından oradaki kadar ağır değil ama her çağın kendine özgü "ruh ezme" mekanizmaları var, bu çağınki insanın değişen yapısına uyarlanmış durumda. Her türlü korkunç işte. "Hiçbir şey bir saati diğerinden ayırmıyor: Dakikalar ve saatler bük bir işkenceyle geçiyor. Bir kere geçtiler mi de, boşluk içinde kaybolup gidiyorlar. Şu anki dakika sonsuz. Ama zaman diye de bir şey yok. Bir delinin mantığı mı bu? Belki de." (s. 42) Anlatıcı hapishane ortamına yavaş yavaş alışıyor, yoldaşlarının dışında insanlarla tanışıyor, bazılarıyla arkadaş oluyor, bazılarını gözlemlemekten öteye gitmiyor. Yirmi yıldır orada olanlar ve hapishaneye yeni girenler arasında pek bir fark gibi gözüküyor başta, zaman geçtikçe "değirmen" işini görmeye başlıyor ve yaşlıların nasıl hayatta kaldıklarına dair hikâyeleri çıkıyor ortaya. Bazıları dayanamıyor, birkaç yıl sonra hayatını kaybedenler genellikle umutsuzluktan ölmüş oluyor. Görünürde büyük bir sağlık problemi yok ama vücut sağlıksız görünüyor bir süre sonra, yüzün rengi kayboluyor, insan yavaş yavaş siliniyor. Yatağa düştükten sonra kurtulmak için yapabileceği pek bir şey yok, ölüm zaten başlı başına bir kurtuluş. Çoğu insanın hikâyelerine dokunuyor anlatıcı, kara sevda yüzünden sevgilisini veya sevgilisinin aşığını öldürenler, hırsızlık yüzünden hapsedilip içeride tekrar hırsızlığa başlayanlar, gardiyanlarla bir olup mahkumlara eziyet eden mahkumlar, her çeşitten insan ve anlatmakla bitmeyecek hikâyeleri anlatının büyük bir bölümünü oluşturuyor.
20. yüzyılın başlarındaki Fransa'ya bir hapishane üzerinden bakma şansımız var, I. Dünya Savaşı çıkınca şehirler boşalıyor ve Almanların yaklaştığının göstergesi olan top sesleri duyuluyor, gardiyanlar ve mahkumlar arasındaki ilişki pek değişmese de Almanların olası bir işgali sırasında hapistekilere ne yapacakları merak ediliyor. O dönemde asker kaçakları da geliyor hapishaneye, vatanlarını savunmadıkları için kötü karşılanıyorlar. Dreyfus'un yankıları hâlâ sürüyor ve savaş sırasında dava tekrar hatırlanıyor, anlatıcı bir iki yerde bu meseleye değinse de dava sürecini düşünerek okursak savaş zamanının psikolojisini, hapishanedeki rütbeli ve rütbesiz askerlerin üzerindeki baskıyı daha anlaşılır hale getirebiliriz. Sonuçta bir panorama işte bu metin, bir devrimcinin anıları, en edebisinden. İyi metin, bir döneme yakından bakmak isteyenler için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder