16 Aralık 2019 Pazartesi

V. S. Ramachandran - Öykücü Beyin: Bir Nöroloğun Bizi İnsan Kılanın Ne Olduğuna Dair Arayışı

Saffet Murat Tura'nın yazdığı önsözde bir iki nokta var, değineyim. Nörobilimin ulaşabileceği noktalar konusunda hayal gücünü de konuşturarak çıkarımlarda bulunan meslektaşını takdir ediyor, Ramachandran'ın heyecanını hissettiğini söylüyor. Bunun yanında Ramachandran'ın sübjektif yaşantılarla beyindeki nöral ateşleme örüntülerinin arasındaki ilişkiye pek değinmediğinden bahsediyor, bu konuda pek çok karanlık nokta mevcut olduğu için yazarın bu meseleye -belki de pratik nedenlerden ötürü- pek değinmediğinden bahsediyor. Ramachandran benzer bir noktaya parmak basarak biraz olsun spekülasyon yaptığını metinde belirtiyor, doğrudan bilim insanlarına seslenmeyip benim gibi azıcık meraklı okuru da düşündüğünü söyleyerek henüz elde edilmemiş varlık bilimsel verilerin gölgesinde, bilimin ulaşabildiği son noktada ne varsa anlatıyor, ötesinde sufilerden, Ömer Hayyam'dan, Hint tanrılarından alıntılar yaparak sezgisel bölgenin sınırlarında "şahsi Odysseia" olarak yaptığı yolculuğu sona erdiriyor. Beynin hangi bölgesinin ne işe yaradığını az çok biliyoruz, bunun yanında psikiyatriden ve psikolojiden de yararlanıyor Ramachandran, Tura'nın övdüğü bu disiplinlerarası tutum gerçekten de bilinmeyenleri biraz aydınlatıyor. Geleceğim oralara, yazarın ne yapmaya çalıştığını anlattığı bölüme geçeyim. "Pozitif bilimlerin gölgesinde debelenen on yılların ardından" nihayet nörobilim çağının geldiğini söylüyor, kısa bir tarihçe çıkardıktan sonra algı, duyu ve bilişle ilgili ortaya çıkan tek tük teoriden sonra bilimsel ilerlemelerle ne gibi gelişmeler yaşandığına değiniyor. Büyük Birleşik Teori (Her Şeyin Teorisi?) ufukta gözükmüyor henüz, bilimler başka bilimlerden destek alarak ilerlemeyi sürdürüyor ama nihai bir son için henüz çok erken. Belki de o kadar erken değildir, nörobilim canavar gibi ilerledikten sonra Freud'un savunma mekanizmalarının nörobilimsel temellerine rastlamak, estetik ve sanatla ilgili beğenilerin temellerini yine nörobilimde bulabilmek heyecan verici, Ramachandran bunlar gibi pek çok nefes kesici çıkarımda bulunuyor. Aslında bir nevi insanı insan yapan özü bulma çabası olarak da görülebilir bu araştırma, algıladıklarımızın işlenişinden ibaret olmadığımızı düşünen yazar ara ara tanrıların "yaratılmasıyla" oluşan düşünceler tarihine uzanıp nörolojinin ışığında binlerce yıllık söylencelere kadar uzanıyor, kendince inançlı biri olduğunu söyleyebiliriz, tabii bilimin ışığından uzaklaşmadan. Neyse, Bizi "Biz" Yapan Hikâyeler'de insanın örüntülerden ibaret bir benlik algısı olduğundan bahsediliyordu biraz biraz, Ramachandran bu görüşün somut kanıtlarını da ortaya koyarak bilinci oluşturan ögelere eğiliyor, evrimden yola çıkarak insan-maymun zihnini kıyaslıyor, farklı bir tür olarak tarih sahnesinde yerimizi aldıktan sonra beynimizde ne gibi bilişsel gelişmeler gerçekleştiğini, sonrasında hikâyelerimizi bir arada tutma konusunda beynin ne tür işlemler yaptığını, bu işlemlerin cortlamasıyla ne gibi nörolojik rahatsızlıkların ortaya çıkacağını anlatıyor kısaca, son bölümdeki rahatsızlıklar çok çok ilginç. Gerçi çoğunu biliyoruz, Ramachandran alanında oldukça tanınmış bir isim olduğu için pek çok deneyine ve sürdürdüğü sağaltım sürecine başka metinlerde denk gelmiştik. Örneğin ayna olayı. En az iki yerde rastladım buna. Diyelim ki hayalet el sendromu yaşayan biri var, kesilen elinin kaşındığını söylüyor. Sol eli kesilmiş olsun. Ramachandran aynalarla öyle bir düzenek kuruyor ki sağ beyine giden sinyalleri yönetiyor ve sağ beyne bağlı olan sol elin yokluğunu beyne "hatırlatıyor", böylece hayalet ağrılar ve kaşıntılar ortadan kalkıyor. Bunun gibi pek çok örnek var, hepsi çok ilginç. Onca teknolojik gelişmeye rağmen ilkel deneylerin de çok başarılı olabileceğini özellikle belirtiyor adam, sırf aynalarla oluşturulan bir düzenek bu zamanda bile beyinle ilgili pek çok buluşa yol açabilir, süper. Benzerlerini Oliver Sacks'in metinlerinde okuduk, zaten hocası Sacks'e teşekkür ediyor yazar. Anlaşılıyor, yaptığı işe hocası kadar bağlı biri Ramachandran.

Her şeyi anlatmak istiyorum ama olmayacak, mevzuları kısaltırken canına okuyacağım, o yüzden olabildiğince yüzeysel gideyim. "Giriş" bölümü sıradan bir kuyruksuz maymun olmamamızla alakalı. "İnsanların ortaya çıkışının ışığında, evren bir anda kendi varlığının bilincine vardı. Bu gerçekten de her şeyin ötesinde bir gizem." (s. 31) İnsana özgü birkaç meseleyi hemen özetliyor yazar, sinestezi bu meselelerden en önemlisi. Beynin farklı bölgelerinin bir arada çalışmasıyla, sinyallerin yanlış bölgelerde değerlendirilmesiyle ve bunun gibi tersolarla bağlantılı olarak ortaya çıkıyor, öneminin anlatımı için genişçe bir yer ayrılmış. Başka bir hastayı izlerken o hastanın acısını çeken adam da son derece ilginç, ayna nöronlarla bu adam sayesinde tanışacağız. Başkası acı çekerken kendi beynimizdeki acı çekme bölgesinde havai fişekler patlatan ayna nöronlar nedir, ne işe yarar, başkalarının hareketlerini aynen tekrarlamamak evrimsel süreçte mi kazanılmış, bu tür şeyler var. Eğretileme körlüğü, evrimin beyni korumak için "dahilik" bölümünü tamamen kapatması veya dahiliği damla damla vermesi gibi olaylar ilk insanlarla insan benzeri kuyruksuz maymun türleri arasındaki ölümcül farkı yaratmış olabilir, aynı zamanlarda yaşayıp geriye bir tek bizim türümüz kaldıysa nöral kombinasyonların bu duruma etkisini incelemek gerekiyor, Ramachandran'ın çocukluğundan beri yapmak istediği şey bu. Tabii meselenin geçmişine değinmeden olmaz, ilham aldığı isimleri sayarken Owen ve Huxley adlı iki bilim insanının farklı görüşlerine de yer veriyor. Owen'a göre Tanrı'nın muhteşem kullarıyız, Huxley'ye göreyse Darwin'in açtığı yol son derece mantıklı, makul. Ramachandran, doğadaki geçiş evrelerinin -katıdan sıvıya, gaza falan- insanın kökenlerinde de görülebileceğini söylüyor, sonuçta milyonlarca yıl boyunca canlılar evrim geçirdi ve pof, bir gün düşünce yetimiz gelişti. Sihir gibi. Bundan 150 bin yıl önce kilit beyin yapıları patlar gibi gelişiverdi, çok ilginç. Bu süreçle ilgili pek bir şey bilmiyoruz, elde incelenecek bir kaynak ve yeterli veri yok. Fazla uzamıyor mevzu, beynin yapısına geçiyoruz. Nerede ne bulunur, neresi zarar görürse eliniz siz uykudayken boğazınızı sıkmaya başlar veya hiç kimseyi tanımazsınız, bunlara dair birtakım malumat var, hemen ardından hayalet uzuvlara ve esnek beyinlere geçiyoruz. Temporal lob epilepsisi geçiren hastaların Tanrı'yı hissettiklerine inandıklarını söylüyor Ramachandran, sanki beynin aslında orada olan ama yokmuş gibi davranan bir bölümü açığa çıkıyor. Garip, beyindeki her bir bölüm birbiriyle bağlantılı. Ayna nöronları sağ olsun, farklı bölgelerde farklı etkilere yol açıp insanlara hayalet uzuvlarını hissettirebiliyorlar. Yine kesik ele geleceğim, bir hasta yüzünün bir bölümüne dokunulduğunda elini hissedebildiğini söylemiş. Başka metinlerde başka örnekler de var, örneğin kör olduktan sonra ses dalgaları sayesinde bulunduğu ortamın görsel bir haritasını çıkarabilen adamın hikâyesi ilginçti. Beynin görmeyle ilgili bölgesine işitme duyusu el koyuyor gibi düşünebiliriz, bir nevi açığı kapama olayı. Beyindeki her şey geçişken, bir sınır yok gibi gözüküyor. Beyin statik değil, her an değişiyor. "Doğal seçilim sayesinde beynimiz, zihinsel evre geçişlerimizi kontrol etmek adına öğrenme ve kültürden faydalanma yetilerimizi geliştirmiştir. Kendimizi Homo plasticus olarak adlandırmamız da mümkün." (s. 69) Görmenin işlevinin arkamızda olabildiğince çok bebek bırakmak olduğu söyleniyor mesela, kültürün sürmesi için. Kolektif bir zihnin devamlılığı. Bu durumda çocuk yapmamayı isteyenlerin, çocuk yapmayanların toplumca dışlanması bir açı daha kazanıyor. "Çocuk yapmak için iyi görmeliyiz" gibi bir önerme tartışmaya açık tabii, bunu es geçerek yolaklara geliyorum, görme duyusunun parçalarına. Kısaca şöyle diyeyim, etrafınızdaki sivri köşeli nesneleri görüp yuvarlakları göremeyebilirsiniz, bazı renkleri göremeyebilirsiniz, tanıdık yüzler yanınızdayken size yabancı gelir ama odadan çıktıkları zaman, yan odadan telefon ederlerse onlarla muhabbet edebilirsiniz, bütün hatıralar geri gelir. Görmek başlı başına şahane bir olay, beynin en çok uğraştığı olaylardan biri, dolayısıyla en ufak bir arızada hayatı cehenneme çevirebiliyor. Daha da kötüsü, bu cehennemden haberimiz olmayabiliyor.

Sinesteziyle ilgili bölüm. "Farklılaşmış ilkel beyin" gibi bir benzetme yapıyor Ramachandran, duyuların birbirine girdiği, beynin uzmanlık alanlarını parçalara ayırmadığı bir zihne sahip olduğumuzu düşünelim. Kırmızı bir sekiz. Dokunulduğunda ağızda şeker tadı bırakan bitki. "En yaygın sinestezi türünün rakam-renk sinestezisi olması ve beyindeki rakamla renk alanlarının birbirlerine komşu olması gerçekten bir tesadüf olabilir mi?" (s. 135) Bir bölüm başka bir bölümle iç içe geçiyor, veriler oradan oraya savruluyor, sonra bulutlara bakınca parmaklarımızla pamuk topağına dokunur gibi hissediyoruz. Mesela. Mutant bir genin varlığından söz ediliyor, bu mutasyon doğal seçilimle bertaraf edilmemiş, bazı antidepresanlar tarafından etkisi geçici olarak ortadan kaldırılabiliyormuş. Buradan yavaş yavaş sanatçılara ve sanata geliyoruz, Nabokov, Pollock, Kandinsky ve sayısız sanatçının sinestezik olduğu biliniyor. Eğretilemelerle sinestezinin bağlantılı olabileceği, hatta eğretilemenin sinestezi yardımıyla ortaya çıkmış olabileceğinden bahsedilir bahsedilmez mevzu rayına oturuyor. Hayal gücü, cinas, varsayım, yaratıcılık, hepsi sinesteziye yol açan mutant bir genin ürünü. Vay! Şu çok daha ilginç bir şey gerçi: "(...) Benzer bir sav, insanlardaki şizofreni ve bipolar bozukluğun nispeten yüksek oranları açısından da ortaya kondu. Bu rahatsızlıkların köklerinin hâlâ yeryüzünden kazınmamış olması, belki de hastalığı yol açan kimi genlerin bir şekilde -örneğin yaratıcılığın, zekânın veya soyut sosyal-duygusal yetilerin artması gibi- avantajlar da sağlıyor olmasındandır. Yani insanlık bu genleri gen havuzunda muhafaza ederek yarar sağlar, fakat maalesef ciddi bir azınlık da talihsiz bir yan etki olarak bu genlerin kötü birleşimleriyle baş etmek zorundadır." (s. 153) Bu kısmı okuduktan sonra aydınlandım yemin ederim, taşların çat çut yerine oturduğunu hissettim. Bunların yanında "Marslı" renkleri görmek, hiç duyulmamış sesleri duymak, dilin ortaya çıkışı gibi meseleler de yine bir ölçüde sinesteziyle alakalı.

Dil kısmı, dilde eğretilemenin ortaya çıkışı en az yukarıdakiler kadar ilginç bilgiler içeriyor, aynı şekilde otizmli bireylerin zihinlerindeki kendilik farkındalığı eksikliği yine çok önemli. Ya bu metin aşırı önemli, benliğin ne olduğuyla azıcık da olsa ilgilenenlerin mutlaka okuması lazım. Lütfen okuyunuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder