Her şeyi anlatmak istiyorum ama olmayacak, mevzuları kısaltırken canına okuyacağım, o yüzden olabildiğince yüzeysel gideyim. "Giriş" bölümü sıradan bir kuyruksuz maymun olmamamızla alakalı. "İnsanların ortaya çıkışının ışığında, evren bir anda kendi varlığının bilincine vardı. Bu gerçekten de her şeyin ötesinde bir gizem." (s. 31) İnsana özgü birkaç meseleyi hemen özetliyor yazar, sinestezi bu meselelerden en önemlisi. Beynin farklı bölgelerinin bir arada çalışmasıyla, sinyallerin yanlış bölgelerde değerlendirilmesiyle ve bunun gibi tersolarla bağlantılı olarak ortaya çıkıyor, öneminin anlatımı için genişçe bir yer ayrılmış. Başka bir hastayı izlerken o hastanın acısını çeken adam da son derece ilginç, ayna nöronlarla bu adam sayesinde tanışacağız. Başkası acı çekerken kendi beynimizdeki acı çekme bölgesinde havai fişekler patlatan ayna nöronlar nedir, ne işe yarar, başkalarının hareketlerini aynen tekrarlamamak evrimsel süreçte mi kazanılmış, bu tür şeyler var. Eğretileme körlüğü, evrimin beyni korumak için "dahilik" bölümünü tamamen kapatması veya dahiliği damla damla vermesi gibi olaylar ilk insanlarla insan benzeri kuyruksuz maymun türleri arasındaki ölümcül farkı yaratmış olabilir, aynı zamanlarda yaşayıp geriye bir tek bizim türümüz kaldıysa nöral kombinasyonların bu duruma etkisini incelemek gerekiyor, Ramachandran'ın çocukluğundan beri yapmak istediği şey bu. Tabii meselenin geçmişine değinmeden olmaz, ilham aldığı isimleri sayarken Owen ve Huxley adlı iki bilim insanının farklı görüşlerine de yer veriyor. Owen'a göre Tanrı'nın muhteşem kullarıyız, Huxley'ye göreyse Darwin'in açtığı yol son derece mantıklı, makul. Ramachandran, doğadaki geçiş evrelerinin -katıdan sıvıya, gaza falan- insanın kökenlerinde de görülebileceğini söylüyor, sonuçta milyonlarca yıl boyunca canlılar evrim geçirdi ve pof, bir gün düşünce yetimiz gelişti. Sihir gibi. Bundan 150 bin yıl önce kilit beyin yapıları patlar gibi gelişiverdi, çok ilginç. Bu süreçle ilgili pek bir şey bilmiyoruz, elde incelenecek bir kaynak ve yeterli veri yok. Fazla uzamıyor mevzu, beynin yapısına geçiyoruz. Nerede ne bulunur, neresi zarar görürse eliniz siz uykudayken boğazınızı sıkmaya başlar veya hiç kimseyi tanımazsınız, bunlara dair birtakım malumat var, hemen ardından hayalet uzuvlara ve esnek beyinlere geçiyoruz. Temporal lob epilepsisi geçiren hastaların Tanrı'yı hissettiklerine inandıklarını söylüyor Ramachandran, sanki beynin aslında orada olan ama yokmuş gibi davranan bir bölümü açığa çıkıyor. Garip, beyindeki her bir bölüm birbiriyle bağlantılı. Ayna nöronları sağ olsun, farklı bölgelerde farklı etkilere yol açıp insanlara hayalet uzuvlarını hissettirebiliyorlar. Yine kesik ele geleceğim, bir hasta yüzünün bir bölümüne dokunulduğunda elini hissedebildiğini söylemiş. Başka metinlerde başka örnekler de var, örneğin kör olduktan sonra ses dalgaları sayesinde bulunduğu ortamın görsel bir haritasını çıkarabilen adamın hikâyesi ilginçti. Beynin görmeyle ilgili bölgesine işitme duyusu el koyuyor gibi düşünebiliriz, bir nevi açığı kapama olayı. Beyindeki her şey geçişken, bir sınır yok gibi gözüküyor. Beyin statik değil, her an değişiyor. "Doğal seçilim sayesinde beynimiz, zihinsel evre geçişlerimizi kontrol etmek adına öğrenme ve kültürden faydalanma yetilerimizi geliştirmiştir. Kendimizi Homo plasticus olarak adlandırmamız da mümkün." (s. 69) Görmenin işlevinin arkamızda olabildiğince çok bebek bırakmak olduğu söyleniyor mesela, kültürün sürmesi için. Kolektif bir zihnin devamlılığı. Bu durumda çocuk yapmamayı isteyenlerin, çocuk yapmayanların toplumca dışlanması bir açı daha kazanıyor. "Çocuk yapmak için iyi görmeliyiz" gibi bir önerme tartışmaya açık tabii, bunu es geçerek yolaklara geliyorum, görme duyusunun parçalarına. Kısaca şöyle diyeyim, etrafınızdaki sivri köşeli nesneleri görüp yuvarlakları göremeyebilirsiniz, bazı renkleri göremeyebilirsiniz, tanıdık yüzler yanınızdayken size yabancı gelir ama odadan çıktıkları zaman, yan odadan telefon ederlerse onlarla muhabbet edebilirsiniz, bütün hatıralar geri gelir. Görmek başlı başına şahane bir olay, beynin en çok uğraştığı olaylardan biri, dolayısıyla en ufak bir arızada hayatı cehenneme çevirebiliyor. Daha da kötüsü, bu cehennemden haberimiz olmayabiliyor.
Sinesteziyle ilgili bölüm. "Farklılaşmış ilkel beyin" gibi bir benzetme yapıyor Ramachandran, duyuların birbirine girdiği, beynin uzmanlık alanlarını parçalara ayırmadığı bir zihne sahip olduğumuzu düşünelim. Kırmızı bir sekiz. Dokunulduğunda ağızda şeker tadı bırakan bitki. "En yaygın sinestezi türünün rakam-renk sinestezisi olması ve beyindeki rakamla renk alanlarının birbirlerine komşu olması gerçekten bir tesadüf olabilir mi?" (s. 135) Bir bölüm başka bir bölümle iç içe geçiyor, veriler oradan oraya savruluyor, sonra bulutlara bakınca parmaklarımızla pamuk topağına dokunur gibi hissediyoruz. Mesela. Mutant bir genin varlığından söz ediliyor, bu mutasyon doğal seçilimle bertaraf edilmemiş, bazı antidepresanlar tarafından etkisi geçici olarak ortadan kaldırılabiliyormuş. Buradan yavaş yavaş sanatçılara ve sanata geliyoruz, Nabokov, Pollock, Kandinsky ve sayısız sanatçının sinestezik olduğu biliniyor. Eğretilemelerle sinestezinin bağlantılı olabileceği, hatta eğretilemenin sinestezi yardımıyla ortaya çıkmış olabileceğinden bahsedilir bahsedilmez mevzu rayına oturuyor. Hayal gücü, cinas, varsayım, yaratıcılık, hepsi sinesteziye yol açan mutant bir genin ürünü. Vay! Şu çok daha ilginç bir şey gerçi: "(...) Benzer bir sav, insanlardaki şizofreni ve bipolar bozukluğun nispeten yüksek oranları açısından da ortaya kondu. Bu rahatsızlıkların köklerinin hâlâ yeryüzünden kazınmamış olması, belki de hastalığı yol açan kimi genlerin bir şekilde -örneğin yaratıcılığın, zekânın veya soyut sosyal-duygusal yetilerin artması gibi- avantajlar da sağlıyor olmasındandır. Yani insanlık bu genleri gen havuzunda muhafaza ederek yarar sağlar, fakat maalesef ciddi bir azınlık da talihsiz bir yan etki olarak bu genlerin kötü birleşimleriyle baş etmek zorundadır." (s. 153) Bu kısmı okuduktan sonra aydınlandım yemin ederim, taşların çat çut yerine oturduğunu hissettim. Bunların yanında "Marslı" renkleri görmek, hiç duyulmamış sesleri duymak, dilin ortaya çıkışı gibi meseleler de yine bir ölçüde sinesteziyle alakalı.
Dil kısmı, dilde eğretilemenin ortaya çıkışı en az yukarıdakiler kadar ilginç bilgiler içeriyor, aynı şekilde otizmli bireylerin zihinlerindeki kendilik farkındalığı eksikliği yine çok önemli. Ya bu metin aşırı önemli, benliğin ne olduğuyla azıcık da olsa ilgilenenlerin mutlaka okuması lazım. Lütfen okuyunuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder