31 Ekim 2016 Pazartesi

Jerzy Kosinski - Şeytan Ağacı

Kosinski'yle Kundera arasında, meseleleri açısından bir yakınlık buluyorum. İkisi de insana dair bir tür boşluğu anlatıyor, edinilmiş boşluk. Karakterlerin edimleri ilkeselliklerine dayalı ve yaşadıkları zamanda iyinin muğlaklığı, iki dünya savaşı sonrası ortaya çıkan yılgınlık, bu ilkelerin niteliklerini insanlığa duyulan ümidin kaybolması sonucu bozuyor, karıştırıyor ve huzursuz insanların yıkımlarına, kaybolmalarına yol açıyor. Kayboluş bir tür mutsuzlukla örtülüyor; yaşamın yitirilmiş coşkusu bir daha bulunamayacakmış gibi. Kosinski'yi Kundera'dan ayıran şey, bu yitikliğin uç noktalarda yaşananlarla incelenmesi, daha yırtıcı karakterler ve parodiden uzak anlatımın günümüz insanının yenilgisini kes(k)inleştirmesi. Kundera'nın çizgileri daha ince ve merceği daha odaklı, Kosinski'yi -gözümde- daha gerçek kılan şey, adamın kurmacaya daha çok gerçek döktüğü izlenimini uyandırabilmesi. Bir sürü dedikodu var, işte efendime söyleyeyim, yazar takımı varmış da onlara yazdırıyormuş, aslında küçük, mavi bir cinmiş, bilmem ne. Bilemiyorum, bilmek istemiyorum, sadece bu adamın okunacak kitabı kalsın diye bir anda hepsine girişmiyorum.

Baby Boomer nam kuşağın önündeki özgürlük alanının haddi hesabı yok. 1950'lerden günümüze, özellikle ABD'de devrim niteliğinde işler yaptılar; Rock'ın diğer türlerden ayrılmasını, en köşeli dönemlerini bu adamlara borçluyuz, keza cinsel özgürlüğü, her şeyin üzerinde yer alan yaşam deneyimlerini, hemen her şeyi. Babaları varoluşu sorgularken bu arkadaşlar ya önlerinde uzanan uçsuz bucaksız dünyayla ne yapacaklarını bilemeyip kayboldular ya da istedikleri gibi yaşayıp zamanlarının tadını çıkardılar.

Kaybolanlara, Jonathan James Whalen'a bakalım. Bu jenerasyonun tipik bir örneği, "Yapabiliyordum ve yaptım" mottosuyla yaşıyor. Babası ABD'nin sayılı sanayicilerinden biri, oğluna büyük bir servet bırakıp ölüyor. Annesinin de anlamını yitirmiş anılardan başka pek bir katkısı yok. Ego bu dönemde geliştiği kadar hiçbir dönemde gelişmemiştir herhalde. Bu durumda ötekine duyulan açlık da tavan yapıyor; içten içe anlaşılma ve sevilme arzusu büyüse de sızacağı çatlakları bulamıyor ve insanı zehirlemeye başlıyor.

"İşte, diye düşündüm, boş bir odaya kapatılmış, birlikte çocuksu oyunlar oynayan bir koca çocuklar topluluğu. Kimse öbürünü anlamıyor. Herkes kendi kandiline yapışmış, hepimiz aydınlanmayı bekleyerek karanlık mağaralarda dolaşıyoruz. Başkaları kadar bulanık ve basite indirgeyici bir kafam olduğu düşüncesini sevmiyorsam, ama gerçekten onlardan daha karmaşık, daha uyanıksam, niçin beni anlamaları için böyle büyük bir istek duyuyorum?" (s. 130)

Herkes bir ada, bir diğerine asla ulaşılamayacak.

İhtiras Oyunu'nda olduğu gibi, bölümleme yok. İnsanın modülerliği metnin yapısını da etkiler durumda. İnsan sayısız parçasıyla mutsuz ve metni bölen her paragrafta bireyin benzer problemleri mevcut. İlk parçada Whalen bir helikopter kiralar, normal ücretin üzerinde bir ücret öder. Milyonlarca insanı yarım saatliğine izlemek ister, her birinin sıkıntısını hissetmek istermiş gibi. Büyük bir servete konduğunu, annesiyle babasının öldüğünü anlatır. Zengin bir adam, onca parayla ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yok. Hayatıyla ne yapacağı hakkında da yok aslında. Meraktan dolandırıcıların iş tekliflerini dinler, Karen'la ilişkisini bozup yeniden kurar. Köksüzlük... "Evden ayrılalı beri bir serseri, bir parya oldum; bugünün içinde yaşamak ve kişiliğimi ya da geçmişimi incelemeyi geri çevirmek için bahanemdi bu benim. Ama kendimi tanımak istiyorsam, çelişkilerimle yüz yüze gelmek ve çocukluğumun yükünü kabul etmek zorundayım." (s. 26) Çocukluğun yükünde ülkenin demir sanayisiyle alakalı en ufak bir olumsuz eleştiride insanları işlerinden eden, kendine özgü sevgisiyle psikolojik katliam yapan bir baba var. Whalen'ın Bangkok gezisinde uyuyakalan yolcuların eşeklerini döndürüp onca saat katedilen yolu heba eden bir çocuk var, kendisi. Etrafındaki insanlar da kendi gibi; birçok örnekten biri: İntihal yapması için cesaretlendirilen bir adamı tuzağa düşürüp akademik kariyerini bitiren kadını Whalen'dan ayıramıyorum. Çoğu karakteri birbirinden ayıramıyorum aslında, çıkış yolunu kendilerine bulamadıkları gibi birbirlerinde de bulamıyorlar. Yine de beraberken mutlular, insan benzerinin yanında mutlu oluyor. Bir süreliğine. Karen'la telefonda konuşurlarken Whalen'ın düşündüğü: "Kendi kişiliğimin iki yüzünü her zaman gizlemek istediğimi ona söyledim. Aldatan, yok eden entrikacı ve kötü niyetli yetişkinle umutsuzca sevgiye ve anlayışa susayan çocuk." (s. 37)

Adamımız ortalıklardan kaybolduktan sonra peşine dedektifler takılır, Ankara'da izini bulurlar, sonra Katmandu'da. Anne için oğlunun ortalıklardan kaybolması yıkımdır, aşırı doz ilaç aldığı için ölür. İntihar edip etmediği muammadır, bu da anlatılan pek çok durum gibi belirsizdir. Whalen bir parçasını daha yitirir, arayışı giderek umutsuz bir hal almaktadır. "Şimdi geçmiş eylemlerimin alt yapısını keşfetmeye çalışıp hepsini birbirine bağlayan incecik ipi arayarak anılarımı yokluyorum." (s. 40)

Gökdelenlerin Amerikan Rüyası'nı delip geçmesinden sınırsız cinsellikte yitmeye sonsuz bir yolculuk, sorgulamalarla dolu. Köksüzlük dedim, kökün hiç olmaması gerektiği yere yükselmesi de buna dahil. Baobab, şeytanın ters yüz ettiği lanetli, Whalen'ın elleri dünyayı tanımaya çalışırken ayakları onu hiç bilmediği yerlere götürüyor. Kendinden uzağa, bilincinin ötelerine.

"Bu duygunun hiç geçmemesinden, bunu açıklama yeteneğini hiçbir zaman bulamamaktan ve bunu duyan tek kişi olmaktan korkuyorum." (s. 199)

Ek: Şimdi tekrar okudum da, Kundera'yla karşılaştırdığım bölüm kötü, çok kötü. İbret almam için olduğu gibi bırakıyorum. Anlamayışıma verin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder