16 Ekim 2016 Pazar

Robert Greenfield - Son Sultan: Ahmet Ertegün ve Rock 'N' Roll'un Yükselişi

Ahmet Ertegün en başta şanslı bir adam. Babasının büyükelçiliği sayesinde İngiltere'ye, oradan ABD'ye geçip farklı memleketlerin havasını suyunu alarak büyümüş. İkincisi; hırslı bir adam. Sanatçı keşfetmek için koca ABD'yi dolanırken, onca maddi zorluğa göğüs gererken itici gücünü her zaman hırsından almış. Üçüncüsü; basit bir adam. Çok basit. Keyfi uğruna elde avuçta bir şey yokken harcadığı paralar, amaçsız bir evlenme-boşanma süreci, sömürdüğü sanatçılar ki işin vardığı hukuki süreçte Atlantic Records'un kaybettiği bir dava var, girdiği katakullili işler derken karşımıza uyanık bir adam çıkıyor. İyi eğitimli, yaşam standartlarını ne olursa olsun korumaya çalışan, kolladığı yıldızların çok sevdiği, cin gibi, baba gibi bir adam. Çok renkli, anlaşılması zor, yorumlaması kolay. Zannediyorum yazarın atladığı noktalar da var, pek girmediği gri bölgeler. Nasıl değerlendirileceği okura kalmış.

Kronolojik olarak anlatayım, aralara sıkıştırılmış ilginç şeyleri ben de aralara sıkıştırayım.

* Ahmet, yüksek sosyeteye aitmiş gibi görünse de aslında insanların böyle olmadığını sezdikleri söyleniyor. "Türklük yapma," derlermiş mesela, uygunsuz bir şey yapacağı düşünüldüğünde. Bir de şu ilginç; sahne arkasına geleceği duyulduğu zaman tur menajerleri Rolling Stones elemanlarına, "Çocuklar, Atatürk geliyor," dermiş. Güldüm.

* Çeviri hatası mı bilmiyorum, 1095 yılında papanın Kudüs'ü kurtarmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtığı söyleniyor. Osmanlı o zamanlar yoktu. Çeviri faciasına sonda değineceğim, yazarın hatası da olabilir gerçi.

Baba Mehmet Münir'in macerasıyla başlıyoruz. Kendisi hukuk okuyor ve Osmanlı'nın TBMM'yle görüşmek üzere Bilecik'e gönderdiği grupta baş hukuk danışmanı olarak yer alıyor. Mustafa Kemal'in alıkoyduğu üç kişiden biri kendisi. Ankara'ya götürülüyor ve Milli Mücadele'ye katılıyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra büyükelçilik günleri başlıyor; İsveç'ten sonra İngiltere'ye, oradan da ABD'ye geçiyor. Ahmet ve abisi Nesuhi İstanbul'da doğuyorlar. Yazar, rezil bir Türkiye portresi çiziyor ki doğrudur; çöken bir imparatorluğun yol açtığı sosyoekonomik yıkımın izleri derin. Enkaz devralıyor TBMM, bu da doğru.

İsveç'te sanat dolu günler, iyi bir öğrencilik, İngiltere'de kral ve kraliçeyle yenen yemekler, izlenen ilk konser: Duke Ellington! Ahmet kişiliğini oluştururken müzikle alakalı ilk dopingini alıyor ve zenci müziğine orada aşık oluyor.

ABD günleri, baba Münir ölene kadar rüya gibi geçiyor. Büyük paralara yaptırılmış bir ev, kaymak tabakadan onlarca tanıdık, evin salonunda zenci müzisyenlerin performansları, bolluk, bereket... Woody Guthrie ile, Steinbeck ile arkadaşlık...

* ABD gizli servisi Münir'e zencilerle çok içli dışlı olmamasını söylüyor. Münir beyaz-zenci ayrımının saçmalığını düşünerek böyle bir şeyi asla yapmayacağını belirtiyor. Ahmet'i zorunlu din derslerinin verildiği okuldan alıp başka bir okula veriyor falan, dobra bir adam.

* Yıl 1939 oluyor, abi Nesuhi Paris'te okurken can güvenliğinden endişe ettiği için ABD'ye dönüyor. Eh, herkes dünya tarihini sular seller gibi bildiği için bir açıklama yapılmamış. Ben yapayım; Naziler. Neyse, Nesuhi'nin kendisi de iyi bir müzik dinleyicisi ve plak koleksiyoncusu, ABD'y dönünce bir de bakıyor ki zenci kültürü ve müziğiyle bütünleşmek uğruna evden kaçmaya ve bir zenci gibi yaşamaya başlayan Ahmet'in binlerce plağı var.

* Ahmet, D. H. Lawrence, Wilde, Whitman, Conrad vs. gibi pek çok adam hakkında oldukça bilgi sahibi, kendini durmadan geliştiriyor. Nesuhi de öyle; caz konusunda o kadar bilgiliymiş ki UCLA'da ilk resmi caz dersini o vermiş. Vay be.

Bu iki kardeş, 1940'ta izledikleri müzisyenleri ertesi gün sefarete çağırıp konser düzenliyorlarmış. Bir yandan evlerine kadar giren Alman casuslarla uğraşıyorlar, savaş yılları hareketli geçiyor. Savaşın sonuna yakın, Mehmet Münir ölüyor ve ABD donanmasından bir iki gemiyle Türkiye'ye getiriliyor, böylece SSCB'ye gözdağı da veriliyor.

Babasının ölümünden sonra Ahmet zor günler geçiriyor. Kız kardeşi gibi Türkiye'ye dönmek istemiyor ve ABD'de kalmanın yollarını arıyor. Eski tanıdıklar, çevresi bir müddet kendisine yardım ediyor ve ilginç bir şekilde Ahmet sürekli borçlanıyor, lüks yaşamına devam ediyor. Plak işi tutmasaymış şapa fena oturacakmış, onu anladım ben.

Sağdan soldan borç alıyor, bir de Herb Abramson'ı buluyor; ilk ortak. Herb aslında diş hekimi ama müziği çok sevdiğinden bu işe giriyor. Ahmet'le zencilerin ağırlıkta olduğu eyaletleri turlayıp yetenekleri keşfediyorlar, plak yapıyorlar falan. Bir on yıl falan bu şekilde geçiyor, Ray Charles geliyor sonra. Büyük efsane, filminde Ahmet'le olan ilişkilerini izlemişsinizdir. Gerçi Ahmet filmde kendisinin hiç de iyi yansıtılmadığını, bir takım elbiseden çok daha fazlası olduğunu söylüyor. Sonuçta Ahmet Ray'e bağlanıyor ve Ray, Atlantic Records'ı büyük miktarda para için bıraktığında Ahmet'in kalbi kırılıyor. Yavaş yavaş pişiyor Ahmet, haksızlıklarının arkasında bunlar olsa gerek.

Ortaklar değişiyor, tek kişilik projeler profesyonelleşip ekip işi haline geliyor, her şey şirketleşiyor ve Ahmet her şeye rağmen varlığını sürdürüyor. Şirketinin satılmasından sonra hala başta, her şeyi yönlendiren adam. Kid Rock, Rolling Stones, Stills, Crosby, Nash & Young, The Byrds, Led Zep, birçok grubun plaklarını çıkartan adam olarak efsaneler arasına katılıyor. Futbol düşkünlüğü sayesinde ABD futbol ligi Pele gibi bir yıldızı canlı canlı izliyor falan. David Geffen gibi efsane bir yapımcıya rol modellik yapan, dünyanın ana akım müzik anlayışına yön veren efsane, şaşaalı bir adam. İlginizi çekecek çok hikâyesi var, mutlaka okunmalı.

April'ı da gömelim biraz. Çeviri rezalet, yazım hataları korkunç. Kapaklara ayırdığınız parayı kısıp edit mevzularına ayırın gözünüzü seveyim. Vonnegut hariç bastığınız kitaplar da kötü. Neyse ya, ne yaparsanız yapın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder