Eh, bizde Kayıp Zamanın İzinde böyle olurdu. Olmuş. Gayet hoş olmuş ve tazı gibi peşine düşülmüş eski günlerin.
Bergson'dan Proust'tan etkilenen kişi sayısı bizde fazladır. Tanpınar, biraz Tarancı, Hisar mesela. Zamanı parçalara ayırma ve soyut bölümlere döküp her bir bölümü farklı şekillerde anlamlandırma hadisesi bu arkadaşlarda yoktur. Basit, güzel bir örnek Tanpınar'dan:
"Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında."
Ya, böyle. Dünü bugünde, bugünün tecrübeleriyle, duygularıyla yaşamaktan bahsediyorum. Dün diyerek yine yekpare bir zamandan bahsediyorum, oysa dün de bizim hatırda tuttuklarımızın çeşitliliğinde sonsuz parçaya bölünür. Bir insanı sonsuz şekilde tanırız, çünkü o insanla alakalı her bir ayrıntı, yaşadığımız sonsuz zaman diliminde tekrar, tekrar, tekrar işleriz, farkında olalım veya olmayalım. Hisar da bundan bahsediyor.
Bende Varlık Yayınları Cep Kitapları olanından var, ikinci basım, 1956 tarihli. "Çamlıcadaki Eniştemiz" adıyla. Aydın Aksan damgalı. Eskiden öyle bir şey varmış, kitaplara vurmalık damga yaptırıyormuş insanlar sanıyorum. Müşfik Kenter'in bir kitabı da var öyle, Dostoyevski. Süper bir olay. Neyse, 2 TL'ye aldım bu kitabı. Çok ucuz bir yer keşfettim yine, bu sefer yerini söylemeyeceğim. Ben kuruttuktan sonra söylerim belki. Bana ne arkadaş.
Sevgili eniştemiz Hacı Vamık Beyefendi'nin ruzânımazisine girmeden önce anı anlatıcının bu tarz deli insanlar için söylediği üç beş şey var, onlardan bahsetmek zorundayım ki bir çerçeve içinde görelim enişteyi. Anı dedim de bu elimdeki kitapta "hikâyeler" yazıyor. Kitap bölümlerden oluştuğu için her bir bölümü ayrı bir hikâye olarak değerlendirmişler demek ki. Öyle de olabilirmiş, garipsetmezmiş hiç.
Şimdi bu gibi romanlarda kronolojik bir ilerleyiş beklememek lazım. Önceden dediğim gibi zaman sonsuz parçadan ibaret, dolayısıyla bu parçalardan sadece birini, birkaçını, ya da hepsini çekerek bir bölüm oluşturabiliriz, bir bölümün arasına başka bir bölüm sokuşturabiliriz, kafamıza göre yazabiliriz yani. Anılar arasında bir bütünlük oluşturabiliriz, oluşturmayabiliriz, bir anda 10 yıl öncesine dönebiliriz, istediğimiz her şeyi yapabiliriz. Zamansal bir özgürlük sağlıyor bu, diğer yönden tipik okuyucu için zorlayıcı. Onca zaman değişimi, insanların sayısız farklı yönü, neler neler. En amiyane tabirle "sıkıcı" bir kitaptır alışık olmayanı için. Ne diyordum, işte roman eniştenin, "Uştuu!" deyişiyle başlıyor, neye diyorsa artık. Enişte birçok şeye birçok acayip tepki veriyor, hepsini göreceğiz. Tabii böyle değişik bir kişi hakkında uyandırılacak ilk intiba da, "Uştuu!" haykırışından daha etkileyici olamazdı.
Bir giriş bölümü var, toptan alıntılayıp buraya koymam lazım gelir tam olarak anlatabilmek için. Ne ki yapamam, karınca büyüklüğünde harflerle beş sayfa falan. Özet geçeceğim; Hisar diyor ki enişte gibi delişmenlerle görüşmek insanlar için faydalıdır. Her insan, yer aldığı toplumun bir parçasıdır ve bu toplumun kurallarına göre hareket eder. Hareket etmek bir yana, bu kuralların tek doğru olduğunu düşünür, bu yüzden en küçük bir farklılığı bile sindirmek ister, bunun için de elindeki gücü kullanıp sindirmeye çalıştığını üzer, kırar. Tek bir bakış açısına saplanıp kalmıştır, başka fikirlere kapalıdır. Deliler, delişmenler böyle değildir. "İşte, hiç şaşmayan bir intizam ile işleyen bu beşeri kanun karşısında, bizim her zaman umduğumuz gibi bulduğumuz, denilebilir ki, ancak delilerdir. Onların tabiatı daha sağlamdır. Asıl olduklarına çok benzerler. Kendilerinden delilik bekleriz ve filhakika bulduğumuz da budur. Delinin huyu, taşıdığı isim gibi malumdur. Ondan artık insaf, izan, ahlak, mantık, şefkat, muhabbet, sadakat gibi diğerlerinde nafile arayıp bulamadığımız faziletleri zaten beklemeyiz. Onlar kendi haklarında önceden edindiğimiz fikirlere sonradan da uygun çıkarlar. Haklarında çok şaşırmış olmayız. Seneler geçer ve onların aynı deliliklerine devam ettiklerini görürüz. Bu bakımdan onlarla tanışmak daha pratiktir." (s. 9) Anlatıcı, enişteyi çocukluğunda tanıdığı için ilk zamanlar bunların hiçbirini düşünmediğini, sadece gülünçlükler için eniştesini sevdiğini söyler.
Eniştenin ilginçlikleri göz önünde bulundurularak oluşturulan bölümlerin ilkinde eniştenin resmi var. İşte çeşitli duygular, bu resimle o duyguların eşleşmesi falan. En önemli bölüm şu: "Eniştemizin yüzündeki mana veya manalar kendisini hem çocuk, hem aile reisi, hem zevk ehli, hem müteassıp, hem laubalice samimi, hem gösteriş meraklısı, hem delişmen, hem hesaplı gösterirdi." (s. 12) Böyle bir tip var elimizde. Hem deli, hem akıllı. Bir bakışı, bir söz söyleyişi var, anlatılamaz. "Fakat, gerçi tanıdığınız bir adamın resmini yapabilirsiniz. Onun tebessümlerini çizebilir, bakışlarını gösterebilirsiniz. Sözlerini tekrar edebilir ve yaptıklarını hikâye edebilirsiniz. Ancak resmini yaptığınız adamın asıl hususiyetlerini teşkil eden o iç çeker gibi nefes alışlarını, sözüne başlar ve onu bitirirken çıkardığı ve böylece bütün cümlelerinin özünü tamamlayan o hırıltılı seslere, o homurdanışlara söylettiği manaları nasıl duyurabilirsiniz? O başın, kolların, ellerin, bakışların sözlere iştirak eden hallerinde ve sesin muhtelif perdelerinde lakırdılara ayrıca manalar katan tesirleri ve bir dudak büküşünün, bir telaffuz farkının bunlarda yaptığı tadilleri ve bunlara kattığı ilaveleri nasıl canlandırabilirsiniz?" (s. 19) Acele acele konuşmalar, Arapça birtakım sözler, tepkiler, hareketler... Eniştenin her hareketi ayrı bir olay. Etrafında kendisini dinleyecek biri olmadığında kendi kendine konuşması, türkü söylemesi, yemek yapması, yemek yemesi, köşk işleri... Eniştenin her bir yönü ayrı bir enişteden teşkildir.
Eski Çamlıca diye bir bölüm var, Hisar'ın mazi sevdasının izlerini merak eden bir okuyucu olarak beklentimi fazlasıyla karşıladı. Ermeni ve Rum mezarlıklarını geçince Bağlarbaşı, Altunizade, Koşuyolu arka arkaya sıralanırmış. Altunizade Camii, İstanbul'un hemen her yerinden görülürmüş ve buralarda Ermeni köşkleri çokmuş. Daha yukarılarda köşklerin asıl yoğunlaştığı bir yer varmış. Ardından asıl Çamlıca sayılan Kısıklı Caddesi gelirmiş. Sağ tarafta Alemdağı Caddesi varmış, oradan şimdinin Libadiye'si sanıyorum, Libâde'ye çıkılırmış, Bulgurlu Caddesi'yle kesişirmiş bu cadde. Tam bir Çamlıca panoraması. Bunlar sanırım 1890'lar zamanının cümleleri. Anlatıcının çocukluğunda Çamlıca'nın geçmişe göre daha sönük olduğunu, Sultan Aziz zamanının en parlak Çamlıca zamanı olduğunu söyleyen teyzeler falan varmış. Her İstanbullunun Çamlıca'ya dair bir gönül hatırası olurmuş mesela, aşk yuvası çünkü. Çamlıca zamanın en parlak mesire yeri, dolayısıyla arabalara mektup atmalar, mendil düşürmeler, yan bakışlar pek sıkmış.
"(...) Daha, Çamlıca demek, bir evliyaya benzeyen ihtiyar Sami Paşa'nın bir dergâha benzeyen kalabalık köşkü, seslerini hâlâ uğultulu rüzgarlar gibi duyduğumuz Namık Kemal - Sezai neslinin bu semte methiyeleriyle verdiği manalar, hürriyet şairi Abdülhak Hamid'in Suphi Paşa Korusu'ndaki kayası, birçok zarafet hatıraları, atlar, arabalarla gezilen yerler, Çamlıca demek hâlâ daha böyle aşk hatıralı ve şiirli, güzel ve biraz baş döndürücü bir semt demekti." (s. 24)
Edebiyatımızda Araba Sevdası olsun, İntibah olsun, birincisinde güzellikler kraliçesi yapılan, ikincisinde adeta ruhani bir hüviyete bürütülen Çamlıca gibi bir yer pek azdır. Belki Kağıthane. Ayrıca bir devrin toplumunu incelemek için de Çamlıca'dan daha güzel bir yer bulunamaz. Zengini, fakiri, soylusu, köylüsü hep oradadır.
Sıra köşke geldi. Eniştenin köşkü, normal köşk. Seyisi var, kalfaları var, Arabistan'dan gelen ıvır zıvır var. Enişte memuriyet için Arabistan'a gidiyor sık sık ve bir şekilde ayağı kaydırılıp, bir halt yiyip azlediliyor, Çamlıca'ya geri dönüyor. Ben düşündüm ki sırf Çamlıca'daki köşk hasretiyle yanmak ve kavuşma zevkine ermek için onca yol gidip Arabistan'ın cehennem sıcağında yaşar. Köşküne öyle bağlıdır enişte, tabii anlatıcının halasını da peşinde sürükler. Sonlara doğru hala, enişteye daha fazla dayanamaz ve adamı ortada bırakır. Adam uğraşır, didinir, kadını geri dönmeye ikna edemez. Eh, hala olmadan da köşkte geçirdiği zamanı hapiste geçirilmiş zaman olarak hisseder ve köşkü satmaya kalkar. Amacı sur içindeki, geçmişte kalmış heyecanlı hayatına geri dönebilmektir. Lakin iyice yaşlanmıştır, vefat eder. Hala da vefat eder. Hala ayrı bir dünya, Hisar isteseymiş bu eser yetkinliğinde Nagehan Hala adlı bir kitap yazabilirmiş gayet. Halayla köşk öyle iç içe geçmiş ki enişte efendi bu yoksunluktan yola çıkarak bütün bir hayatı incelemek zorunda hissediyor kendini.
"(...) Benim neyime lazımmış Çamlıca'nın soğuğu, yok koca damın aktarılması, yok eşyanın odalara yerleştirilmesi, yok elinin körü! Vallahi, ben burada bir bekçi gibi kalmışım! Neyin bekçisi, onu da bilmem! O da malum değil! Şimdi, yatağımda, Don Kişot gibi uslandım ama iş işten geçmiş olmasaydı bari!" (s. 190-191)
Gerçekten de akıbet Don Kişot'unkine çok benzer; yataklarında uslanırlar ama ölüm de pek uzakta değildir artık. Ölümle alakalı bir bölüm daha var, bunu da alıp kıvrıklara geçiyorum.
"Bazen hayat ve çok kere de ölüm, sevdiklerimizi ve birlikte yaşadıklarımızı bizden ayırınca içimizde eski bazı heveslerimizin söndüğünü ve bazı neşelerimizin sona erdiğini duyarız. Artık onlarla birlikte düşünmeye alıştığımız fikirleri bir daha deşemeyecek ve onlarla birlikte gülmeye alışkın olduğumuz mevzularda bir daha gülemeyeceğiz demektir. Böylece ölenlerin birçok alakalarımızı ve duygularımızı içimizden söküp kendileriyle birlikte götürdüklerini, onlarla beraber biraz da fikirlerimizin ve hislerimizin göçtüğünü ve kendimizin de biraz öldüğümüzü, parça parça ölmekte olduğumuzu anlarız." (s. 196)
Eh, birlikte dopdolu yılar geçirmiş çiftler vardır. 50 yıllık evli, 55 yıllık evli. Kadın veya erkek vefat ettiği zaman sağlıklı olan kalanın da görece kısa bir zaman içinde ölmesi bununla alakalı zannediyorum.
* Enişte dindar bir insan. Maddiyat ve maneviyat eniştede dengede duran iki ağırlık. Arapça birtakım sözleri yerli yersiz kullanmasıyla çocuklara maskara olması işin bir diğer yanı.
* Dini inanışların yanında, enişte her şeye inanan bir insan. "Şeytana, perilere, iyi saatte olsunlara, hatta, kim bilir, belki de Rüküş Hanım'a ve Yavru Bey'e inanırdı (bunlar ne oluyor acaba, araştırmak lazım). Bazı evlerde cinler vardır. Bunlar gözle görünmez, fakat varlıkları yaptıklarından ve çıkardıkları seslerden anlaşılır. Gece saatlerinde bazı boş evlerden gürültüler duyulur. Ortada kimseler yokken kuyudan şarıl şarıl sular çekilir. Camlar taşlanır. Pencerelerde ışıklar yanar. Bu aydınlık odaların camları önünde dolaşan hayaletlerin geçtiği görülür. İşte bütün bu şeyler onların mevcudiyetini bildirir. Kendisine göre, bu zamanda yapılacak başka iş yoktu. Bu evler tekin değildi. Hemen pılıyı pırtıyı toplayıp selametle bir an evvel kaçmalıydı." (s. 35) Şimdi buraya dikkat. Eniştenin itikatları bir yana, anlatıcının da bunlara inandığını görüyoruz. Buradan Hisar'la bağlantı kurabiliriz; kendisi Boğaziçi Mehtapları kitabında kayıkla gezen hayalet gibi bir kadından bahseder ve kadının hayalet olduğuna inanmaya son derece meyillidir. O zamanlar bu inanışlar, şimdikinden kat kat yaygın ve güçlüymüş. Bir de Ahu Baba geliyor akla tabii, Gürpınar'ın gulyabanisi.
* Eniştenin edebi düşünceleri. Enişte Ziya Paşa hayranı. Namık Kemal'in adını, devir koşullarınca pek ağzına almazmış ve Abdülhak Hamid'i bir deli olarak görürmüş. Servet-i Fünun konusunda Ahmet Midhat Efendi'nin daha tükürdüğünü yalamadan evvelki görüşüne katılarak dekadanlık suçlamasında bulunuyor. Bunların dışında polisiye romanlara bayılıyor.
* Fahim Bey'in bahsi geçiyor kitapta ama ben daha okumadım onu, dolayısıyla aralarındaki ilişkiyi bilmiyorum. Fahim Bey ve Biz, Hisar'ın ilk romanı.
Kabaca böyle. Ne ayrıntılar var, ne cümleler var. Anlatmaya makale olur. Mis bir kitap.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder