22 Kasım 2012 Perşembe

Stefan Zweig - Amok

"Stefan Zweig'u Türk okuyucularına tanıtmaya hacet var mı? Ünü bütün dünyayı tutmuş olan bu Avusturyalı yazar edebiyat meseleleri ve kişileri üzerine etüdleriyle olduğu kadar kısa romanlariyle de kendini her milletin sanatseverlerine sevdirmiştir.

Burada onun kısa romanlarından en güzelini bulacaksınız. Amok, onun eserleri arasında en tanınmışıdır diyebiliriz. İkinci başlığı Malezya Delisi olan bu uzun hikâyesinde Avrupalıların Malezyanın sıtmalı ve korkunç ikliminde duydukları acı gurbet hissini ve sonsuz can sıkıntısını eşsiz bir kuvvetle canlandırmıştır. Bu hikâye aynı konuyu defalarca işlemiş olan Somerset Maugham'la aralarında bir kıyaslama yapmak fırsatını da verir bize."

Satranç'ı yıllar önce okudum, bir şey hatırlamıyorum. Acımak'ı okumaya çalıştım, zamanı değildi, bıraktım. Bu okuduğum ilk Zweig romanı diyebilirim.

Bendeki tam olarak bu, evet. Can'dan çıkanda birçok öykü varmış, bilmiyorum. Onu okuyunca onu yazarım, şimdilik sadece bu.

O kadar sömürgemiz var, ele geçirmişiz, kaynaklarını çatır çatır yiyoruz. Oraları elimizde tutmak için kölelerimize küçük de olsa hizmet götürmek durumundayız. Doktor, polis, bürokrat, elde ne varsa. Asimile edelim, etmeyelim, kültürümüzden bir şeyler geçti oraya ve kaç nesil sonraysa artık, edebi ürünler yetişmeye başladı. Değişik olur bunlar. Orwell mesela, böyle eser veren. Saki'de bunun izleri var. Orada yetişen kültürden bir şeyler çıkar ve bizimkine benzer, bu tamam. Bir de buradan oraya yolladıklarımızınkiler var. İşte bu novella, oradan dönen anlatıcımızın hikâyesidir.

Sömürgelerden birinden dönen anlatıcı abimiz, 1922'de Napoli'de gerçekleşen bir kazanın ayrıntılarını bir tek kendisinin bildiğinden bahseder ve bu hadiseyi anlatmaya başlar. Dönüş sürecinde bok gibi bir gemiye biner, geminin burnunda bir yere gidip orada zaman geçirmek ister. İşte, anlatının içindeki anlatıyı ortaya çıkaran arkadaşımız burada ortaya çıkar. Diğer insanlardan kaçma gereksinimi duyan, gnoma benzeyen bir acayip doktor. Önce bir iki selamlaşma olur, ardından konuşmaya başlarlar. Doktor, insanların gürültüsünden, kahkahalarından uzaklaşmak ister, çünkü başına bir felaket gelmiştir ve konuşmazsa öleceğinden korkmaktadır. Eh, şu noktadan sonra olayı anlatmaması imkansız zaten.

Almanya'da başarılı bir doktor olan adamımız, peşine takıldığı kadın yüzünden para çalar ve Hollanda adına çalışmaya başlar, tabii dünyanın bir ucunda. 10 yıllık bir kontrat imzalar, sürenin sonunda büyük miktarda para kazanacaktır. Neyse, büyük umutlarla çıkar yolculuğa, dünyanın bir ucuna gider ve gittiği yerin dilini öğrenmek ister, oranın insanını yakından tanımak ister falan. Bu tarz bir idealizm en başta. Sonra yalnızlaşma geliyor, büyük bir uyumsuzluk hadisesi. Sıtma, bitmek bilmeyen bir sıtma ve bu sıtmadan bıkmış adamımız. Céline'in anlattığı Afrika'yı bildiniz mi? Hani bir türlü bitmeyen sivrisinekleriyle, haşlayıcı sıcağıyla dünyanın en büyük cehennemi. Eh, burada da benzer koşullar var ve bu da Avrupa'dan gelen insanları delirtir elbette, yalnızlaştırır ve toplumdan koparır. Hatta yaşama sevincini elden alır. O derece.

"(...) Bu taraftan gelen herkes aynı hayali kurar. Ama orada, yolcuların gözünden kaçan boğucu 'ser' de gücü çabuk tükenir adamın, sıtma -istediğiniz kadar kinin yutun, yine de yakalanırsınız- sıtma bedeni kemirir; kayıtsız, tembel olur adam, sudan çıkmış bir tavuk oluverir. Avrupalı, büyük şehirlerden ayrılıp da bu bataklıklar arasında kaybolmuş duraklardan birine geldi mi varlığından sökülüp alınmış gibidir; kaçınılmaz silleyi er- geç yiyecektir; kimi içer, kimi afyon çeker, kimi dayak atmaktan başka bir şey düşünmez, odunun biri oluverir, hepsi bir delilik edinir. Avrupa'nın özlemi tutuşur yüreklerde, bir gün yeniden bir sokakta yürümek, beyaz insanlar arasında, aydınlık bir taş odada oturmak hayal edilir. Yıllar boyunca hayal edilir bu, sonra izin zamanı gelince adam bu yolculuğu göze alamayacak kadar tembelleşmiş, gevşemiştir. Avrupa'da unutulduğunu, artık bir yabancı, okyanusta bir midye, herkesin ayaklar altında çiğnediği bir midye olduğunu bilir. Böyle kalınır işte bu sıcak, nemli ormanlarda, böyle alıklaşılır. Kendimi bu pis çukura gömdüğüm güne lanet olsun!.." (s. 18)

Bir gün bir kadın gelir, soylu bir kadın. Doktordan karnındaki çocuğu almasını ister. Çocuk, kadının eşinden değil ve asker olan eş de kısa bir süre sonra gelecek, o gelmeden bütün işlerin halledilmiş olması lazım. Bir kadın-erkek savaşına dönüyor olay. Kadın, parayla halletmeye çalışıyor işi ama zaten akıl sağlığını kaybetmek üzere olan bir adama para teklif etmek pek mantıklı olmuyor o koşulda. Doktor, kadının kendisi üstünde bir egemenlik kurmak istediğini sanıyor. Belki gerçekten öyle ama doktorun tutumu da sertleşiyor, zaten zor durumda olan kadının üstüne gidiyor o da. Önce rica etmesini, sonra yalvarmasını istiyor kadından. En sonunda da seks istiyor çok affedersiniz, onu ima ediyor. Kadın da buna bir tane patlatıp çıkıyor. Tokadı yediği anda bizimkinin aklı başına geliyor ama artık çok geç. Yalnızlıktan iyice delirmemek için bir toplantıya gidiyor ve orada kadını görüyor, kadın hiç sallamıyor bunu, bir de aşağılıyor. Kayışı koparıyor bizimki en sonunda. Amok bağlantısı burada.

"Evet, amok, bakın nedir: Bir malezyalı, alelade, iyi, sevimli adam, ağır ağır içkisini içmektedir... Gevşek gevşek oturmuştur öyle, kaygısızdır, güçsüzdür... Benim odamda oturuşum gibi... Sonra birden yerinden sıçrar, hançerini kapmasıyla sokağa fırlaması bir olur... İleriye atılır, koşar, hep ileriye, dosdoğru, nereye gittiğini bilmeden... Yolunun üstündekileri, insan olsun, hayvan olsun, deviriverir, kan kokusu şiddetini daha çok arttırır... Koşarken salyalar akar ağzından, deliler gibi bağırır... Ama koşar, durmadan koşar, sağını solunu görmeden, bağıra bağıra koşar bu korkunç gidişte, elinde kanlı hançeri... Köylüler, bu kanlı delilik krizine tutulmuş olanı dünyada hiçbir gücün durduramayacağını bilirler... Geldiğini görenler, uğursuz haberi mümkün olduğu kadar uzaklara duyurmaya çalışırlar: "Amok! Amok!" Herkes kaçar... Ama o duymaz, yoluna devam eder; hiçbir şey görmeden koşar, önüne geleni öldürür... Bir kuduz köpek gibi öldürülünceye kadar, yahut da bitkin bir halde, kan-ter içinde devrilinceye kadar..." (s. 40)

Ya, sırf erkeklik gururunu tatmin edebilmek için zor durumdaki bir kadını kıça tekmeyi basıp yollayan adamımız, sonradan bu kadının peşinde köpek olacak, bu kadın için durmadan koşacak, onun için delirecektir. Ne ki kadın kendini yerli bir doktora biçtirir, ölür. Ölmeden önce doktora yemin ettirir ki kocası olanları öğrenmesin. Sonra gemiye geri dönüyoruz, anlatıcı öğreniyor ki kadının cesedi de aynı gemide. Napoli limanında da doktor kendini aşağı atıyor, atarken tabutu da beraberinde götürüyor. Olay bu.

Valla güzel. Kadın-erkek çekişmesi, sömürge ortamları, zorluklar. Bilmem ne.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder