14 Kasım 2012 Çarşamba

Demir Özlü - Öteki Günler Gibi Bir Gün

Özlü'nün sokakların kapalı uçlarına yaptığı yolculuklardan değil bu. Bitmeyen yollar yok bunda, o boğuntunun bir nebze olsun dışındayız. Burada kentler daha genel anlamda, sokaklardan daha fazla bir şey olarak yer alıyor. Off girişe gel, muazzam edebisi derin oldu. N'aber lan?

Sokaklarda Bir Avlu: Bir girizgah.

"Durmadan sokakları anlatmak istiyor o yazar. Yazılarında yeniden sokaklara çıkılıyor, bitmiyor ama bu sokaklara çıkışlar, hep sokaklara çıkılıyor. İşte yeniden sokaklarda o." (s. 323)

Yürü çança, helal. Fakat böyle kral bir girişten sonra öykümüz pek uzamıyor. Bir yazarın peşinden gidiyor anlatıcı, kendinden pek de farklı olmayan bir yazarın yazmakla boğuşması ve pencere önü, her yazarda olduğu gibi Özlü'de de çok önemlidir, Bir Beyoğlu Düşü'nde Fatih'teki evlerinden görülen camiyi anlata anlata bitiremiyordu söz gelişi.

Büyük Kız: Bir imgenin zamanlı zamansız kovalanması ve öyküye dönüştürülmesi üzerinedir. Bu imgenin günlük yaşamda nasıl değişiklikler ortaya çıkardığı, düşünürünü nerelere sürüklediğine dairdir. Boris Vian ve Kafka okumalarının, bir de aynı imgenin bir başkasının da aklına gelmesiyle ilintilidir. Ve Büyük Kız gerçekten görüldüğünde, şehrin devamlılığıyla bağlantılandırılması mümkündür.

Öteki Günler Gibi Bir Gün: Bir Beşiktaş-Kurtuluş öyküsü.

"Bu Istanbul bir birikintidir. Kendine özgü, eşi hiçbir yerde bulunamaz bir ahali yaratmıştır: Levanten'i, Rum'u, Yahudi'si de bu körfezde dura dura garip birer yaratık olmuştur. Buraya vuran dalgaların hemen rengi de değişir. Yabancı, bu boğuntulu, gizemli kentte fazla oturamaz, boğulur gibi olur... ya da çöker gider, ilişki de kuramaz. Burada her şey kendi haline dönüşür." (s. 329)

Eh, dünyanın en kozmopolit ve büyük köyünde bir yabancının hissettikleri de kendine yabancılaşmaktan geçer herhalde. Başkalarının bir suçu yok, başkalarıyla ilişki kurmak da bir dış engelin sonucu değil. İnsan kendisini yitirir en başta.

Yine bir kimliksiz eski dost, Filiz. Özgür bir kadın, kelimenin tam anlamıyla. Anlatıcının dostu. Beraber kadın-erkek ilişkilerine değiniyorlar. Onlara göre orospular, ne istediğini bilmeyen, ilişkilerden hiçbir şey beklemeyen, sonuçları da bir o kadar önemsemeyenler. Anlatıcıya göre bazı kadınlar ahlâk kurallarıyla doğaları arasında sıkışıp kalmış insanlar. Büyük bir toplumsal eleştiri var burada; ruhun doyumsuzlukları, toplumun beklentilerinin kişinin beklentileri haline dönüşmesi, bu tarz şeyler.

Şapka, Deniz Kıyısı ve Yüz: Anlatıcı bir kahvede otururken yoldan gelip geçen kadın hakkındadır. Kadın en sonunda adamın yanına geliyor, yarın tekrar oradan geçmek üzere söz veriyor. Geçiyor, başka bir gün konuşuyorlar:

"'Evlenmek istiyorsan benle evlen,' diyor.
'Kabul,' diyorum. 'Başka kimle evlenebilirim ki zaten, öyleyse evlenelim.'" (s. 337)

Özlü'nün kadınları ve anlatıcılarının kadınlarla ilişkileri böyle. Gün içinde olanlar olur ve ertesi gün bambaşka bir gündür, bambaşka kadınlar vardır, unutulmaya açık kadınlar. Yine de hiçbiri unutulmaz, bir zaman sonra karşılaştıklarında her şey kaldığı yerden devam eder. Evlilik, dostluk, hayat. Yine karşılaşmalardan birinde ikisi de belirsiz bir konuşmayı sürdürüyorlar, birbirlerinin sözlerini tamamlıyorlar ve kimin anlatıcı, kimin anlatıcıdan bağımsız bir karakter olduğu birbirine karışıyor. Bu karışıklıkta bir de uzamın betimlemesi, tamamdır.

Yerebatan: Gaiman'ın Neverwhere'ini bildiniz. Yokyer işte. Burada Ahmet Nedim namlı karakterimiz, güpegündüz kentin ortasında dolaşırken yitip gidiyor. Aynen böyle bir giriş, Dönüşüm'ü güzel bir çağrıştırış. Yabancı bir kentte dolaşan yabancı. Yukarıya çıkışı ararken bir berber kalfasına çıkışı soruyor.

 "'Kafanızın içinde o,' dedi. 'Kafanızın içinde. Biz de okulda okuduk, öğrenim yaptık, bu öznel gerçeği anlarız.'" (s. 343)

Eh, herkesin çıkışı elbette kendine özgüdür.

Havuzun Başında: Özlü'nün Akdeniz hikâyelerinden. Marx, işçiler, kapitalizm. Bunlar var. Rum evleri var, köylü kadınlar var. Bir hesaplaşma hikâyesi bir bakımdan; Özlü, Vietnam ve diğer felaketler hakkında kendisinin duruşunu değerlendiriyor. Bu arada kenti de unutmuyor tabii:

"Yabancısı olduğum kentleri her süre sevmeye çalıştım. Sokaklarında bir yabancı olarak dolaşmak hoşuma gitti, kenti iyice tanımaktan çekinerek; çok iyi tanıdığım şeylerden bıktığım için, bazı şeyleri öğrenmeye çalışarak. Yapılara baktım hep. Bu kentlerde Rum ve Ermeni yapılarını sevdim; toprağın eski yerlilerinin (bir azınlık onlar şimdi) yaşamlarının sıcaklığını düşündüm. Irkçı hiçbir düşünce barındırmadan içimde. Yeni bir kent ortasındaki yabansılığı iyice ileriye götürüp, insanın dünyadaki varoluşuyla özdeşleştirmeye çalışarak, 'Kanal' adında bir hikâye de yazdım. Bu koşullar ortasında, burada bir devrimci de yalnızdır. Geceleri kendi odasında yalnızdır; bir başınadır, düşünceleri ve çarpan yüreği iledir. Yaşanıp tüketilmiş bir günde, çevresinde dönen namussuzluğa karışmamış olduğunu düşünür." (s. 354)

Devrimci olup olmadığını bilmiyorum, lakin hissettikleri bundan pek farksız değil kendisinin de.

Cıbranlı Halit Bey'in Ölümü: Muş, Özlü'nün askerliğini yaptığı yer. Muş'tan pek fazla şey bulacağız zaman zaman.

Varto Depremi sonrasında Pakistan'dan gelen kalpaklardan büyük, süslü olanını takıyor Halit Bey, o da bir asker, idam edilmiş. İdam edildiği yer Bitlis, biz Muş'u göreceğiz. Dümdüz bir caddeden ibaretmiş o zaman Muş, dünyaya bağlantısı bir tek demiryolu. Muş'ta bir Halit Bey yaşamış, Kürt isyanlarıyla bağlantısı var diye asılmış, kılıcıyla silahı satılmış. Muş bir yalnız şehirdir. Halit Bey daha da yalnızdır. İdam edilmiştir.

Lan titreme geldi, dünyanın en güzel şarkısını dinliyorum. Biz bunu The Wall Rock Bar'da çalardık Taksim'de, ağlayan olurdu. Yemin olsun 04:27'de son notayı çaldığımda gözlerimi tavana dikerdim ama tavan olmazdı artık, ışıklar olurdu yukarıda. Dalıp giderdim. Ellerim başka yerde, kafam başka yerde olurdu. Tüylerim diken diken oldu, bu nasıl hissiyattır lan. Alın, bir de Echoes patlatın ardından:



Ötedeki Ülke: Özlü'nün bir özlem ülkesi, birazcık güneyde. Pek uzak değil. Kuşadası civarı. Sevişilecek kadın her zamanki gibi hazır. Deniz karşılaştırması var kuzeyle güney arasında, bir de gökyüzü.

"Buraya güneş iyice vuruyor; kuzeydekinden -Istanbul'dan- iyi vuruyor. Istanbul'da Taksim'in oralarda yitiyor güneş; Kurtuluş'ta geniş bir gökyüzü var. Kalamış'tan -insan düşünceleriyle bayağılaştırılmış o yerlerden- bakamam güneşe. En güzel, gökyüzü genişlediği zaman güneş. Güneş o zaman en güzel. Burda, Kordon'da ara sokağın başlangıcına yerleşmiş kahvelerde otururken iyi vuruyor. Artık hafif bir buğu kaplıyor güneşi." (s. 367)

Yine devrim, eylem insanlarını görmek mümkün. Sanki bir muhasebeye girişmiş Özlü; ne yapıp yapmadığı, ne yapabileceği üzerine. Bir süre sonra Türkiye'den ayrılmak zorunda kalacak, o zaman kadar öykülerinde bu hesaplaşmayı görebilmek mümkün. Tabii bunu varoluşla birlikte incelemese olmaz.

"Kişioğlu tehlikenin yanında yaşamalıdır. Yaşam budur, başka bir şey değil. Varlıkla hiçliğin bir arada bulunuşudur yaşam. Maddî hiçbir şeye dört elle sarılınamaz. Her şey geçecek, cesaretle onur kalacak sadece, insan, üstün bir yaratıktır. Tehlikeye atılan bir yaratık. Tehlikeden uzakken varoluş duyulamaz. Başka şeylere değmez insan yaşamı." (s. 371)

Bunu en iyi Sartre'ın Duvar'ında görüyoruz sanıyorum.

Bir bu kadar öykü daha var, her türlü hava alınabilir. Kule adlı öyküde Kafka'ya rastlarsınız, başka öykülerde kim bilir kimlere rastlarsınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder