Denizin Dibindeki Çam Ağaçları benim favori öyküm oldu, yetişkin bir adamla küçük bir çocuğun aynı büyüyü paylaşmaları üzerinden yetişkinliğin aslında sahnelenen bir rol olduğunu gösterdiği için. Anne ve çocuk, bir de annenin sevgilisi. Sahil. Denize girip çıkıyorlar, çocuk yüzme bilmiyor ama denizin dibindeki ağaçları görünce, bu ağaçlardan bahsettiği sırada adam irkilerek kendisine bakınca kısa süre sonra öğreneceğini öngörebiliyoruz. Denizin altında ikisinin bildiği bir dünya varsa birlikte gidecekler ama öncesinde anneyle çocuğunun ilişkilerine odaklanıyoruz. Oyuncakların merkezde olduğu bölümde anne çocuktan herkese teşekkür etmesini istiyor, oyuncaklar sayıldıkça. Farklı zamanlarda verilen hediyeler için dedeye, dayıya, anneye teşekkürler ediliyor, ardından birkaç oyuncağa odaklanıyoruz, biri Kaptan Mağara Adamı, diğeri Burun. Annenin tokadından sonra sinirleniyor çocuk, Burun'u camdan aşağı atıyor ve bulamıyor bir daha, Burun gidiyor. Çocuk da gidiyor aslında, annesinden yavaş yavaş kopuyor ve adamın göstereceği dünyayı daha çok merak etmeye başlıyor. Son kez sahile gittiklerinde adam yüzmenin mantığını açıklıyor, debelenmemeye dair bir şeyler. Kötü haberi de veriyor adam, bir erginlenme ayini olarak yüzme öğrenmeyi düşünürsek denizin dibindeki ağaçları görememek sağlam bir bedel olarak çıkıyor ortaya. Gerçi adam da görebiliyor ormanı, hangi durumda ormanın kaybolmadığı hakkında bir bilgi edinemiyoruz, belki çocuğun görebilmesiyle kendisi de görebilmeye başlamıştır, kim bilir. Yazar bilir. Neyse, suyun altındaki ormana giriyorlar ve Burun'la karşılaşıyorlar, oyuncak kaçıp oraya gelmiş, yüzeye çıkmayı düşünmüyormuş bir daha. Kabarcıklarla konuşuyor adamla çocuk, ne yapacaklarını düşünüyorlar. Kıyıya dönüyorlar, adam çocuğa canı gerçekten sıkılırsa, yıllar sonra olsa dahi, suyun altındaki dünyayı düşünmesini ve sihri bir başkasıyla paylaşmasını söylüyor. Adam çocuğa el veriyor bir anlamda, büyüyü sürdürüyor. Birkaç da gecikmeli açıklama türü detaylar var anlatıda, merak ettiğimiz ve unutmak üzere olduğumuz bir mesele var diyelim, bölümün sonlarına doğru açıklanıyor falan, iyi bir öykü bu.
Leviathan Meseli. Eser miktarda parabol barındırdığı söyleniyor, bir de Batılı ve Doğulu iki alimin metinlerine dayandırıldığı belirtiliyor. Dayandırılan ne, Orhan Bey'in balığın midesine inmesinin ve sonrasının anlatısı. Tek parça halinde, balığın midesinde duruyor Orhan Bey, kovulur gibi ayrıldığı ülkesinden uzaklaşıyordu, gemideydi, sonra fırtınalı bir günde korkunç bir kaza gerçekleşti, ada taklidi yapan bir varlık gemiyi hacamat etti, Orhan Bey dışındaki herkes öldü. Orhan Bey yutuldu ve yaşadıklarını düşünmeye başladı. Tıpkı eski anlatılardaki gibi, Sinbad'ın ve Yunus'ın zamanlarından bir yaratık tarafından mideye indirildi. Kurtulmak için yürümeye başladı, bu kez Minotauros'un labirentlerini düşündü. Doğu ve Batı arasında bir yerdeydi, balık nereye giderse o da oraya giderdi ama akıntılar da etkiliydi, kısacası kurtuluşun nerede gerçekleşeceğini bilmiyordu ki aniden havaya fırlatıldığını hissetti, balık su ve buharla birlikte fışkırttı yazarı, dinleyicilerin arasında düşen ünlü yazar tam fıskiyenin altında oturduğunu unuttuğunu hatırladı. Son. Aidiyetler ve edebi gelenekler arasında köprü kuran bir yazarın içinde bulunmaktan hoşnutluk duyacağı bir öykü.
Kitaba adını veren öykü, sanırım okuru en çok zorlayacak öykü de bu. Bahsi tekrar tekrar geçen birkaç nesne ve karakter var, akılda tutulmaları önemli. Biri iki ciltlik eser. Diğeri çekirdekler. Diğeri iki karakter. Diğer Maçka Parkı. Cansız olanların dışındakiler arasında bir geçiş söz konusu, anlatıcı yavaş yavaş açtığı dünyada karakterleri birbirlerinin yerine koymaya meyilli, amnezinin yarattığı farklı bir gerçekliğin sürerliğinde asıl gerçekliğin yavaş yavaş güçlenmesine benzer bir mesele var ortada, zaten bir karakterin söylediğine göre İstanbul o gün çok garip, tuhaf. Metroya iniliyor bir yerde, yazının başında bahsettiğim umutsuz mekan metro. Katlar var tabii, her katta güncellenmiş günahlar ve günahkarlar barınıyor. Tüketim toplumunun yılmaz neferlerine yer ayrılmış, hoş.
Bay A ve Bay B'de bir olayın öncesi ve sonrasını iki karakterin bakış açısıyla görüyoruz. Çocukluk arkadaşı bunlar ama dost değiller, Tünel'de karşılaşıyorlar ve oturup muhabbet ediyorlar. Diyaloglar başarılı bu arada, Vardarlılar iyi bir diyalog yazarı. Bay A bir sevgilisi olduğunu söylüyor ve muhabbet olsun diye kızın gördüğü bir rüyayı anlatıyor, Bay B kızın rüyasının Jacques Prévert'nin bir şarkısından aparıldığını söylüyor. Şarkıyla hikâyeleşmiş rüyanın özgünlüğü üzerinden Hayri K. Yetik'in tabiriyle "(ç)alıntı" tartışması başlıyor, uzunca bir bölüm. Sonra Bay C ortaya çıkıp ilk iki adamın sonrasında yaptıklarını, belli aralıklarla bir araya gelerek bu tür gizemli vakaları çözdüklerini anlatıyor. Güzel öykü.
Ruh Doktoru aslında hoş bir anlam oyununa dayanan yine hoş bir öykü, hayaletleri tedavi etmeye çalışan doktora da ruh doktoru denebilir sonuçta. Bir iki öyküyü atladım, onlar da okunası öyküler.
Aşağı yukarı böyle. Vardarlılar okunması gereken bir yazar.
Ya ben şimdi ne yazsam, nasıl yazsam? Kötü bir eleştiri yapıyormuş gibi anlaşılmadan aslında kendimce pozitif olan fikrimi nasıl iletsem? Kitap incelemesi okumayı çok seviyorum ama kendimi tutup okumamaya çalışıyordum sizin blogu keşfedene kadar çünkü genelde hikayenin tamamını/sonunu merak edip mevzu bahis kitabı almak zorunda kalıyor sonra da çoğu kitabı beğenmeyip hayal kırıklığı yaşıyordum. Ama sizin yazılarınız sadece kitap incelemesi değil, üstüne bonus olarak hikayelerin özetini ve alt metin analizini de içeriyor. Kısaca açıklamam gerekirse sizin yazılarınızı okuyunca kitabı alıp okuma ihtiyacı hissetmiyorum. Bu benim için süper iyi, tam aradığım şey ama olur da bir gün kitabım basılırsa, sizin kitabım hakkında inceleme yazmanızı istemem sanırım. Başka birileri de benim gibi düşünüp, kitabı almadan okumuş gibi hissedip tüm merak duygusunu kaybedebilir. Yani durum benim gibi inceleme okumayı sevenler için iyi ama kitabının merak edilip satın alınmasını bekleyen yazarlar için o kadar da iç açıcı değil gibi. Kabalık etmeden naçizane fikrimi paylaşmak istedim sadece. Okuduktan sonra silebilirsiniz dilerseniz.
YanıtlaSilEleştirinin her türlüsüne açığım, bazı yorumlarda gömüldüğümü görebilirsiniz. İsteyen istediği gibi yorumlayabilir bu yazıları. Buradan asıl noktaya geldim: Bazı şeyleri doğru anlıyorum, bazılarını yanlış anlıyorum, bazılarını hiç anlamayıp üfürüyorum, bazen aşırı yoruma kaçıyorum. Aslında metinle ilgili -belki de, çoğunlukla- çok az şey söylüyorum, kendi idrakımın gevezeliğini yapıyorum daha çok, bu yüzden anlattığım bir metni okuyun, "Sen böyle demişsin ama alakası yok, o aslında şöyle," deyin, "Burayı hiç anlamamışsın, X'in Y'sini okuduktan sonra bunu bir daha oku," deyin, ne söylemek isterseniz söyleyin. Ne yaptığıma dair çok az fikrim olduğu için eksiğim haliyle.
SilBurada tek bir bakış açısı ve anlattığım metinlerde bundan çok daha fazlası var, dolayısıyla siz beni sallamayıp metinlere girişin. Öykülerin sonunu anlatmamaya çalışacağım.
O zaman önerinize kulak verip incelemesini yazdığınız "Tanrı Olmak Zor"u okuyayım. Halihazırda sevdiğim yazarlar kendileri :) Bir de önerinize karşılık size Arkadi ve Boris Strugatski'nin "Kıyamete Bir Milyar Yıl" kitabını tavsiye edeyim. Okumaktan zevk alabilirsiniz bence. Kitabın arka kapağında şöyle yazıyor:
SilKıyamete Bir Milyar Yıl, edebiyatın "Sorun sende değil, kâinatta!" deme biçimi.
Bekliyor kaç zamandır o da, okuyacağım en kısa zamanda. Teşekkür ederim. :j
Sil