Dönemin edebiyatına geçiyor Ağıl, o çağ Dante, Boccacio ve Petrarca gibi büyük şairler yetiştirmiş ve İngiltere'de Chaucer'a kadar büyük bir şair yok. Metin de yok pek, birkaç didaktik metin ve Sir Gawain'in maceralarının metni var bir tek. Chaucer güneş gibi doğuyor, bahsettiğim metinlerden de faydalanarak hikâyelerini yazıyor. Antik Yunan medeniyetinden Kelt inanışlarına kadar pek çok mitik öğeye de dokunuyor bir yandan, "çerçeveleme" denilen teknikle onca hikâyeyi birbirine bağlıyor. Burçin Erol'a göre bu tür anlatımlar Mısır'a ve Hindistan'a kadar uzanıyor, Binbir Gece Masalları'nda idamın ertelenmesi için anlatılan hikâyeler bu teknikle birleştiriliyor. Kaynaklara değinmeye devam ediyor Ağıl, Ovidius'un Metamorphoses'inden Decameron'a kadar pek çok metnin Chaucer'ı etkilediğini söylüyor. Özellikle Decameron biçimsel olarak da Chaucer'ı oldukça etkilemiş, şair uğrak bir hac mekanı olan Canterbury yolunda, Kent'te oturduğu için bir dünya insanla tanışmış, hikâyelerini dinlemiş, en sonunda da kalemi eline almış gibi gözüküyor. Hikâyelerin özetlerinde olay örgülerinden ve anlatılan konuların o zamanın toplumsal meselelerinin yansımalarından bahsediliyor, bence metnin tamamının okunduktan sonra bu özetlere bakılsa daha iyi olur. Özetleri okuduktan sonra hikâyelere girilse de olur, keyfe göre. Hikâyelerden başlanırsa genel bir giriş karşılayacak okuru, nisan ayının tatlı yağmurları altında seyahate hazırlanan hacıları tanıyacağız. "Bir kafile geldi hana, değişik / İnsanlardı her biri ve tesadüfen / Birliktelerdi Canterbury'ye gitmek isteyen" (s. 34) Chaucer her bir karakteri allayıp pullayarak tanıtıyor, örneğin Şövalye'nin Türkiye'de bir kafiri yenmek için Balat Beyinin yanında yer aldığını öğreniyoruz, bu tür şeyler. Tabard adlı bir handalar, yola birlikte çıkıyorlar, Chaucer da bu tayfaya katılıyor ve hancının yarışmasına dahil oluyor. Şu: Yol boyunca herkes iki hikâye anlatacak, böylece yol şıp diye aşılacak. En güzel hikâyeyi anlatana bir ödül vardı, ne olduğunu hatırlamıyorum. Hancı da hacı olarak yola çıkıyor bu arada, süper olay. Kısa çöpü şövalye çektiği için ilk anlatıcı olarak hikâyesini anlatmaya başlıyor. Aynı kadına aşık olan iki şövalyenin hikâyesi bu, Antik Yunan dönemine yerleştirilmiş ama Ağıl'a göre 14. yüzyılın İngiliz dünyasından da pek çok özellik taşıyor. Prensler Arkita ve Palamon esir edildikleri Theseus'un zindanlarında hükümdarın kızına aşık oluyorlar. İkisinden biri salınıveriyor -kaçıyordu veya-, diğeri tutsaklığını sürdürüyor ve kader onları karşı karşıya getiriyor, Theseus ölümcül bir savaş tertipleyip kazananın kızıyla evleneceğini söylüyor. İki prens farklı tanrıların yardımlarını isteyerek Yunan panteonunu karıştırıyor bir güzel, biri Mars'tan yardım istiyor, diğeri Venüs'ten medet umuyor. Savaşın sonunda biri prensese kavuşuyor, diğeri de onurlandırılmış bir halde öte tarafa geçiyor. Sonrasında değirmencinin hikâyesi başlıyor, kahyanın ve aşçının hikâyeleri de ara vermeksizin anlatılıyor. Genellikle kadınların katakullileri veya kurnaz olanın masumları tokatlaması anlatılıyor bu hikâyelerde, karakterler anlatılanlardan yola çıkarak alınabiliyorlar ve değirmencinin gömdüğü aşçı hemen değirmenciyi gömen bir hikâye anlatmaya başlıyor. Bu üçünün hikâyeleri tipik halk hikâyesi formunda, güldürü ve kıssadan hisse odaklı. Avukat'ın hikâyesinde egzotik Doğu medeniyetiyle Batı medeniyeti arasındaki çatışmalar, kız alıp verme sonucu kurulan ilişkilerin yıkılması ve çeşitli kandırmacalarla devletler arasında çıkan savaşlar anlatılıyor. Avukat anlatıya arada sırada dahil olarak anlattığı şeyleri derleyip toparlayıcı yorumlarda bulunuyor falan. Daha çok sabretmeyle, metanetle ilgili bir hikâye bu. Bu arada dipnotlarda Ağıl'ın başka kaynaklardan veya kendi çıkarımlarından düştüğü bilgiler var, bu hikâyedeki bir dipnotta Avukat'ın nesir dilini kullanacağını söylemesine rağmen nazımla anlatmasının Chaucer'ın karar değişikliği olduğu söyleniyor, yazar sonradan düzeltmemiş bu yanlışı. Belki de Avukat öyle söylemesine rağmen sözünde durmamıştır, olabilir.
Bir dünya hikâye sıralanıyor böyle, birkaç tanesi gerçekten sinir bozucu. Örneğin eşini sınamak için akla gelmeyecek sayısız gaddarlığa başvuran bir hükümdarın hikâyesi var, tam lanet okumalık. Kadıncağız zaten yoksul, aşırı yoksul, bir de sarayda yaşamaya başladıktan sonra çocuklarının elinden alınması, üstelik eşinin başka bir kadınla evleneceğini söyleyip kendisini baba evine göndermesi derken en sonunda kafayı kıracağını düşündüm ama kadın boyun eğmekten başka hiçbir şey yapmadı, hiç. İsyan etmemesinin yanında eşinin her şeyin en iyisini bildiğini düşünerek söylediklerini bir bir yaptı. En sonunda hükümdar her şeyin bir oyun olduğunu söyledi ve kadın rahatladı, mutlu mesut yaşadılar! Neyse ki Chaucer içimizi soğutuyor ve kadınlara bu şekilde davranılmaması gerektiğini söylüyor hikâyenin sonunda, uzun uzun. Başka bir hikâyede de hükümdar eşini bilgeliğiyle doğruya ve iyiye yönlendiren, kadınların şeytan olmadığını kanıtlamak isteyen kadına yer veriliyor, bu da süper. Bathlı Kadının Hikâyesi feminist okumaların göz nuru, baş tacı. Başka değinmeye değer ne var, şey, iki hikâye nesir. Gerçi ikincisi, metnin son parçasının hikâye olduğu şüpheli, daha çok tefsir gibi duruyor.
Okunsun, ne diyeyim. Dünya kültür mirası resmen.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder