19 Ağustos 2019 Pazartesi

Safiye Erol - Leylâk Mevsimi

Kenan Rifâî'nin "talebeleri" diyeyim, Kubbealtı'nı kuruyorlar, yıl 1970. Vakfın etkinlikleri günümüzde de sürüyor, ben o cenaha uzak olduğum için ayrıntılarıyla bilmiyorum ama tasavvuf ve mânâ konusunda bir dünya markası olmuşlar, Rifâî'nin torunu Kenan Gürsoy on yıl öncesine kadar Galatasaray Üniversitesi'nde felsefe profesörü olarak çalışmış, idari görevler üstlenmiş ve Vatikan'da büyükelçilik görevini yürütmüş. Vakıfla doğrudan bir bağlantısı yok sanırım. Her neyse, Safiye Erol'un metinleri Kubbealtı'ndan çıkıyor. Önemli bir yazar Erol, Selim İleri'nin yazısından çalıp çırparak anlatayım. İleri günce tutamamış, lisedeki hocası Rauf Mutluay gerçek edebiyat adamlarının günce tutmayacağını söylediği için. Defter tutmuş o da, bir dünya notun düşüldüğü sayısız defter. İleri bu defterleri kurcalayarak Safiye Erol'la ilgili notlarını buluyor, tarihini de eşelemiş oluyor böylece. Bazen anlattığı her şeyi bir yandan da kişisel tarihini anlatmak için kullandığını düşünüyorum İleri'nin, mesela Safiye Erol için düştüğü ilk notun 1970'e kadar gittiğini söylerken notu düştüğü defteri kendisine Kemal Tahir'in verdiğini söylüyor, araya sıkıştırıyor böyle şeyler. Güzel tabii. Kadıköyü'nün Romanı'ndan esinlendiğini söylüyor İleri, ilk not. Ülker Fırtınası için "İstanbul pitoreskinde, alaturka mûsıkînin başına gelenler konusunda yazılmış en önemli romanlardan biri" görüşünde bulunuyor, ikinci not. Ciğerdelen de anılıyor ve genel bir değerlendirmede bulunuyor İleri, edebiyatımızın en gözden ırak romancısının Safiye Erol olduğunu, parlatılan yazarlar etrafında ezberden yol aldığı için Erol'u Varlık'ta yer alan bir yazısına Zeynep Uluant'ın uyarısıyla dahil edebildiğini söylüyor.

Kubbealtı'nın önemli isimlerinden Zeynep Uluant'ın Safiye Erol için yazdığı biyografik bölümde ilginç detaylar var ama önce Erol'un yaşamına eğileyim. 1902'de doğuyor, aile Makedonya göçmeni. Erol dört yaşındayken Salacak'a taşınıyorlar, Erol Fransız mürebbiyelerle büyüyor ve küçük yaşlarından itibaren dil öğreniyor, eğitimini aksatmadan sürdürüyor. Uluant'a göre Allah ve yaradılış ile ilgili sorularını cevaplayan annesi, Erol'un yüreğine "îmânın ilk tohumlarını" atıyor. 1917 yılında Türk-Alman Derneği vasıtasıyla Almanya'ya gidiyor Erol, eğitimini orada bitiriyor ve siyasi gerginliklerden ötürü 1919'da ülkeye dönüyor, 1921'de Almanya'ya tekrar gidiyor, felsefe eğitimi alıyor. Bu sırada aşık oluyor, Hindu bir gençle evlenmeye karar veriyor ama adam memleketinin kendisine ihtiyacı olduğunu söyleyip Erol'dan Hindistan'a gelmesini istiyor. Erol gitmiyor, kendi ülkesinin de kendisine ihtiyacı olduğunu söylüyor. Bu adam ülkesinde önemli görevler üstlenmiş sonradan, kim olduğunu bilmiyoruz ama Erol'un felsefeyle birleştirdiği Sebk-i Hindî esintilerinin nereden geldiğini öğrenmiş oluyoruz böylece. Erol Türkiye'ye dönüyor ve eserlerini yazmaya başlıyor, bu sırada o dönemin çeviri hareketlerinde yer alarak iki metni Türkçeye kazandırıyor. Bu noktadan sonrası için Erol'un kendi söylemlerine ihtiyaç duydum ama göz attığım bir iki röportaj pek bir fikir vermedi, hatta Uluant'ın düşüncelerinin zıddına doğru bir ilerleyiş sezdim ama bilemiyorum, aşırı yoruma kaçmak da istemiyorum. Neyse, Ciğerdelen'i yazdıktan sonra boşluğa düşüyor Erol, karşısına Sâmiha Ayverdi çıkıyor. Kubbealtı tayfasıyla böyle tanışıyor, sonrasında Rifâî ile tanışıyor ve bir süre sonra davranışlarına da bir çeki düzen geliyor, önceden pervasızmış Erol. Uluant'ın söylediklerinden anladığımız kadarıyla bu pervasızlık, Rifâî'nin karşısında bacak bacak üstüne atıp sigara içmesinden kaynaklanıyor. "Dizlerini edeple indirerek" ve elindeki sigarayı atarak cemiyete uyum sağlamış oluyor Erol, zamanın cemiyetleri ve insanları sıkı müritler istiyor sonuçta. Yaşlılığında evini kaybediyor ve otellerde yaşamaya başlıyor, sonra kendisine bir ev buluyor ve 1 Ekim 1964'te bu evde yaşama veda ediyor. Edebi bir özet gerekirse, Erol aşık olmuş, sevmiş ve sevilmiş, acı çekmiş ve romanlarından birini yazarken 12 kilo vermiş bir kadın, tutkulu bir yaşamı olduğu için anlatılarındaki aşkları ele alma biçimi, psikolojik çözümlemeleri çok başarılı. Konu itibariyle pek ilgi çekici şeyler olmasa da dönemin yaşantısı, Avrupa'da kırılan beynelmilel kalpler derken bambaşka bir dünyaya geçiveriyoruz, bu açıdan Erol iyi bir öykücüdür ama asıl olayı romanlarında gibi gözüküyor. Uluant'ın değerlendirmesine göre yazı hayatının ilk yıllarında kaleme alınmış bu öyküler, sonradan yazdığı metinlerle kıyaslanınca yazarın geçirdiği değişimi de gösteriyor. Kulübe kabul edilmiş bir dostun onaylanması gibi gözüküyor bu yorumlar, alttan alta bir rahatsızlık hissettiriyor kendini. Bilemiyorum ya, hoş değil.

İlk öykü Metruk Yalıda Garip Bir Gece. "Senede bir gün" olayı var, değişik bir biçimi. Orhan bir subay, Zehra'yla baş başa yemek yiyecek, malikanesini yaverine hazırlatıyor. Yeniyor, içiliyor, sohbet ediliyor. Orhan açılıyor sonra, gönlünü Zehra'ya kaptırdığını söylüyor. İkisi de patlamaya hazır bomba gibi, birbirlerini istiyorlar ama Zehra'nın merhum eşi çomak sokuyor mevzuya. Kendisi öldükten sonra Zehra'dan tekrar sevmesini, evlenmesini istiyor ama bir günü kendisine ayırıyor, o gün Zehra eski eşini anmaktan başka bir şey yapmayacak. O gün de bu yemeğin yendiği gün. Sonuçta aralarında bir şey olmuyor, ertesi gün Orhan cepheye gidiyor, gerisini bilmiyoruz ama anlatıcının notuna göre böyle sonlanmıyor öykü, Zehra'nın hatırı için değiştirilmiş bir olay örgüsü var. Araya giren bir anlatıcı, gerçeklikten şüphe duyurmak, o zamanın doğal bir tekniği. Aleksandra Filipovna geliyor sonra, Rus bir generalin kızı olan Aleksandra'yla mirasyedi Kudret Bey arasındaki ilişkiye odaklanan bir öykü. Aleksandra ve anlatıcı yakın arkadaşlar, birlikte dolanıyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, çok yakınlar kısaca. Kudret Bey denen zıpçıktı Aleksandra'nın gönlünü çalıyor ve kızla oyuncak gibi oynuyor, sonra ülkesine dönüp başkasıyla evleniyor, Aleksandra da başkasıyla evleniyor, hikâye kırık bitiyor. Özeti şudur: "Lâkin biz... Kadınız. Onlar erkek. Biz onları hiç bir zaman tamâmıyle anlayamayacağız. Nitekim onlar da bizi anlamıyorlar." (s. 39) İlk Efendim Pomak Ali Efendi nam öyküye gelirsek, Ali Efendi denen dangalak adamla Keşanlı Hesnâ Hanım arasındaki saçma sapan ilişkiye ve evliliğe bir göz atıyoruz. Bu Ali Efendi zırtapozun teki, Hesnâ Hanım da evlendiği adamı sevmeye çalışan bir kızcağız. İtmeli çekmeli bir ilişki sürerken Biga'ya gönderiliyor Ali Efendi, "çekirge zâbiti" olarak. I. Dünya Savaşı sırasında çok büyük zararlara sebep olan çekirgeler için askeriyenin böyle bir yapılanması olmuş, bir grup asker sırf çekirgelerle uğraşmış, ilginç. Neyse, Ali Efendi Biga'da kadınlarla takılıyor, Hesnâ Hanım İstanbul'da gönül verdiği bir adamla sevişiyor falan, en sonunda kocasının çağrısıyla Biga'ya gidiyor ve adamın kadınlarla düşüp kalktığını görünce oradaki Ermeni papaza gidiyor ve Ali Efendi'yi ispiyonluyor bir güzel. İstanbul'a dönüyor ve erkeklerin kahpeliklerine, boşa akıttığı gözyaşlarına hayıflanıyor. Sonraki macerası Laz Sıdkı'nın Florya'da Hovardalığı adlı öyküde anlatılıyor. Yine bir basma, had bildirme öyküsü. Eğlenceli biraz, acı da.

Leylâk Mevsimi ve sonrasındaki bir iki öykü daha bir dikkat çekici. Bir kokunun yıllar sonra tekrar duyulmasıyla geçmişin bütün gerçekliğiyle hatırlanması üzerine hoş bir öykü leylaklı olan, hayatı bir gemiye benzetip bu tür çağrışımlarla batmaya hazırlanan anlatıcının ölümü düşünmesi ve bu konudaki çıkarımları hoş. "Gemi batıyor. Fakat yolcuları, ayaklarının dibinde ölüm, bile bile gülüp oynayıp sevişiyorlar." (s. 66) Dört Kişi'yle bitiriyorum, yasak aşkın doğuşu ve yaşatılması dört farklı bakış açısıyla anlatılıyor, iki evli çift arasındaki ilişkilerin değişen anlatıcılarla birlikte derinleşmesi, insanların görmek istediklerini görüp gerisini kalın bir perdenin ardında bırakması falan, bence kitaptaki en başarılı öykü bu. Son öykü olan Gel Seninle Dertleşelim de insanların farklı dertlerinin birbirine bağlanması ve bu minvalde kurulan yakınlıkla ilgili tatlı bir öykü.

İyi öyküler, iyi bir anlatım. Safiye Erol okunmalıdır, cephe tutmadan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder