Makalelerden ortaya karışık yapayım, önce popülizmin gidebileceği uç noktalara bakalım. 2016'nın sonunda Times'ın kapağında Trump vardı, bir önceki yıl kapaktaki Merkel'e bakıp Twitter'dan protesto etmişti: Neden göçmenlere kapılarını açıp -ne kadar açtığı da tartışılır- Almanya'yı mahveden bir kadın yerine Meksika sınırına duvar örmeyi öneren kendisi yoktu kapakta? Merkel bu durumda Avrupa'daki faşizme karşı dik duran bir figüre evrilebilirdi, evrildi. Gerçekten böyle mi peki? Bizde de örneği görülen "yanlama" taktiklerine bakalım, Donald Trump dünya üzerinde ırkçılıktan en çok nefret eden adam olduğunu söyleyebiliyor, televizyonların karşısında. LGBT'ye yakınmış gibi görünüyor, pratikte yapmadığını bırakmadığı insanların yanındaymış gibi gösterebiliyor kendini. "Popülizm patlaması" denen bir olgu bu, bir şekilde acı çeken insanların yanlarında olma duygusu uyandırıldığı için eşcinsellerden veya göçmenlerden oy toplayabiliyor Trump, inanılmaz gibi görülen bir şey akışkanlık ve politika sayesinde mümkün oluyor. Halkı oluşturan bir toplumsal grup yok, popülizmi tanımlayan bir ideoloji yok, o zaman siyasetçiler kendi değerlerini oluşturarak, toplumun her kesimine dilediğini söyleyerek -ses getirecek bir tepki görülmemesi de başka bir inanılmaz ama inanılır olay- iktidara gelebiliyor. Erdoğan'dan bir örnek var burada: "Biz halkız, siz kimsiniz?" söylemi olduğu gibi dışlayıcı, aslında özetlendiği gibi takım tutmaktan bir farkı yok bu olayın. İnsan hakları, bilim vs. gibi insanın bir parçası olan değerler değersizleştirildiği için söylemlerden öteye bakılamıyor ne yazık ki. "Halkın inşası" diyor buna Fassin, belirli hakikatlerin gözlerden silinip yerine içi boş sözcüklerin konması. İkinci makaleden itibaren solun popülizmi bu kişiliksizleşmiş halk üzerinde uygulayıp uygulanamayacağının, hangi koşullarda ve şekillerde uygulanabileceğinin değerlendirilmesi başlıyor, bu sırada yeni muhafazakârlıkla neoliberalizmin kesişme noktalarına geçiliyor. Liberal demokrasiyle piyasa imparatorluğu arasındaki gerginliğin demokrasiden uzaklaşma yoluyla gerçekleşebileceği, popülist söylemlerin bu noktada işe yarayacağı da bir başka konu, bir yerden sonra popülizm ve demokrasi siyasetin ta kendisi haline geliyor, böylece "onlar" ve "biz" karşıtlığı da kusursuz bir şekilde yaratılmış oluyor. Bizde herkesin şikayetçi olduğu bölünmeyi düşünelim, onca söylemden ve devlet politikalarından sonra gerçekleşmesi kaçınılmazdı. Militarizm ve sermaye himayesinde demokrasiden çıkış, Achille Mbembe'nin analizi bu. "Dünyanın zencisi olmak" da aynı düşünüre ait bir başka durum.
Enstrümanları inceleyelim, insanların homojenliğini bozan her türlü politikadan birkaçına değiniyor Fassin. "Ulusal-liberal" kavramı üzerinde duruluyor, küreselleşmenin bir ürünü olarak -başlangıca varmak gibi düşünebiliriz ama dopingli bir başlangıca- ulus-devleti düşündüğümüz zaman kültürel kimliğin ulusal kimliği biçimlendirmesinin yanında tersine bir süreç de başlamış olur, milliyetçilik üzerinden neoliberal politikalara ulaşabiliriz. Bugün bir röportaj gördüm, Suriyeli işçi çalıştıran milliyetçi bir işveren alenen vergi kaçırdığını, gelirini artırmak için Suriyeli çalıştırdığını falan söylüyordu, şaşırılacak bir durum yok. İnsan haklarını geçtim, milliyetçilik gibi ithal edilmiş ideolojiler sermayenin çoktan entegre edilmiş halini gösteren unsurlara dönüşmüş durumda. Altında buluşulacak çatı küçükse hemen bir büyüğü inşa ediliyor, ümmetin siyasi birliği sağlanamadığı zaman hemen ulus-devlet pompalanıyor, ardından şak, neoliberalizm, şaak, göçmen nefreti, şaşırıyor millet, diyorlar ki neler oluyor, oysa burada nelerin döndüğünü biliyorlar. Burada sömürünün son modeli işletiliyor, farklı bir biçim alana kadar eldeki en iyi biçimi bu. Korkunç.
Sonrası daha çok ABD seçimleriyle ilgili analizler içeriyor ama dünyanın her yerinden benzer örnekler veriyor Fassin, kısacık makalelerinde çarkların işleyişini değerlendiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder