16 Ağustos 2019 Cuma

Jale Sancak - Hayatın Bu Yakası

Şiire ilgisinin pek olmadığını söyleyen öykü veya roman yazarlarını gördüğümde pufluyorum ister istemez. Bu ilgisizliklerini bilerek veya bilmeyerek, yazdıkları metinleri okuduğumda, böyle nasıl diyeyim, kupkuru bir tat alıyorum, yarım bırakasım geliyor ama bırakamıyorum da. "Şiirsizlik" diyeyim, sözcüklerin büyülemediği ve sadece anlatıya yaslanan metinlerde korkunç bir boşluk yaratıyor, uğul uğul bir boşluk, ses yüzünden odaklanamıyorum bir yandan. Sözcükler bir yana, anlatının kendisi de güdük kalıyor ister istemez. Genellemeye gelmez bir şey, sezgisel olarak bu eksiği doldurabilen yazarlar elbette var ama, işte, durum budur. Bu açıdan baktığım zaman yıllardır metinlerini topladığım ve nihayetinde okumaya başladığım Jale Sancak'la tanıştığım için mutlu oldum, öykülerindeki şiir apaçık ortada. Kendisi 1975-1985 arasında bilfiil şiirle uğraşmış, hâlâ da uğraşıyordur diye düşünüyorum. Yazdıklarını öyküye sığdıramıyorum, öykülü şiir -veya tersi- demek daha doğru olacak. Sözcükleri imgelerden oluşan bir anlatı çatıyor, bu çok hoş. "Bungun" veya "onmak" gibi birkaç sözcük sıklıkla kullanıldığı için belki bir nebze tekrara düşürse de biricik bir atmosfer yaratılmış, son zamanlarda okuduğum yazarları düşününce Pelin Buzluk'ta da benzer bir atmosfer bulmuştum, bunu taşıyan metinleri çok seviyorum. Jale Sancak'ın diğer metinlerini de okuyacağım yakın zamanda, belli oldu.

Üç bölüm altında toplanmış öyküler var kitapta, "Öteki: Cehennem" bölümü Sevim Burak'a adanmış. Öyle bir sevda ki ilk öykü. "Davut kapıyı açtı, sessizliğe çıktı; Sokağın renklerini yitirmiş karanlık yüzüne, sokağın unutulduğu saatin hüznüne." (s. 9) İki nokta: Sancak belli bir durumu anlatırken kullandığı imgeleri açarak ilerliyor, imgesel izleklerini benzerleriyle birleştirerek anlatının dünyasını genişletiyor ve devrik cümleleri sıklıkla kullanarak durumu "sabitliyor" diyeyim. Sentaksı lineer çizgide tutmuyor, fiilin sona gelmediği cümleleri bu sabitliği yaratmak için kullanıyor, en önemlisi de dengeyi tutturduğu için aşırılaşmayan devriklik anlatıyı paldır küldür yuvarlamıyor. Neyse, Davut sokağa atıyor kendini, Edânaz'la ettiği kavgadan sonra hava almak istiyor ama aklı hâlâ evde, kadının ağladığını düşünüp üzülüyor, ilişkilerini anılarıyla besleyip koruyor. Bu sırada serbest dolaylı anlatıcıyla Davut'un sesinin iç içe geçtiğini görüyoruz, düşüncelerin kime ait olduğunu ayıramaz bir hale gelip okumayı sürdürüyoruz. Yalnızlığın azgınlaştığı zamanlarda Edânaz'ın çıkıp geldiğini öğreniyoruz, hiçlikten çıkıp geliyor adeta. Davut'un kayıplarını öğreniyoruz bu sırada, babasının sevdiği kadın ve kendisinin sevdiği, hikâyeler iç içe geçerek Davut'u sokağa vuran sıkkınlığı yaratıyor. Geride bırakılan kentler, denizler, anılar bir bir yağıyor ve Davut huzuru eski tanıdıklarında buluyor, Rıfat enişte ve Surpik abla Davut'a kucak açıyorlar. Gerçi eniştenin kucak açacak hali kalmamış pek, yatalak bir halde yaşamını sürdürüyor. Geçen zamanın eksilttikleri, yıpranan insanlar ve mekanlar geri dönüş izleğine dahil. Sancak'ın karakterleri yıllar sonra dönüyorlar ayrıldıkları yere, geçmişi eşeliyorlar ve elde edilemeyen, geçtiği anlaşılamayan zamanlar karakterleri zincirliyor. Genellikle bir duyguya. Sonuçta öğreniyoruz ki Edânaz diye biri yok, Davut acılarından kurtulmak için yaratmış Edânaz'ı. Bilinçli veya bilinçsiz. Surpik abla Davut'un yüzüne vuruyor bunu, adam küskün bir şekilde yanlarından ayrılıp Edânaz'ının yanına dönüyor.

Öykünün başkişisi aslında öykünün baş kişisini merak ettiren ve finaliyle açıklayan bir öykü, sona kadar anlatıcının baş kişi olduğunu düşünmezseniz öykü parçalı yapısıyla bir bulmaca olarak kalıyor. Lâl, Tardu ve anlatıcı arasındaki ilişki akrabalıktan sevgililiğe kadar uzanıyor, araya giren yılların anlatıyı parçaladığını düşünebiliriz, anlatıcı şehre geri döndüğünde hem geçmişi hem de güncelini birleştirmeye çalışıyor. Tutkunun bir biçimi, ölümle sonuçlanınca öykünün bitmesi de güzel bir teknik olmuş. Diyaloglar italikle yazılmış bir de, diğer öykülerde böyle bir şey yok. Bir öyküyü atlayıp Hâle Asaf'ın öyküsü geliyorum, Fransa'da yaşanan bir tutku hikâyesi yine. Av düşü hakkında bir şeyler karalamam lazım, kitaptaki en dikkat çekici öykülerden biri. Kelebek-filozof aforizmasını biliyorsunuz, burada av-avcı-karakter üçlemesi arasında gidip geleceğiz, anlatılan karakterin yanındaki kadınlar aynı anda var olmuyorlarsa da zamanın ayrıksılığı bu öyküde rafa kaldırılmış durumda. Zamanlar, gerçeklikler ve rüyalar iç içe geçmiş, kurt ava çıkıyor ve av kaçıyor, düşlerdeki şiirli söyleyiş günün süreğenliğinde etkisini yitirip çizgisel bir anlatıya dönüşüyor ve anlatılan karakterin -bana göre- iki anlama gelebilecek sonuyla öykü bitiyor. "Döndü, kurşun kalbindeydi." (s. 48) Burada karakterin av olduğunu düşünebiliriz, kapı ardına dek açılıp başka bir karakter silahına sarılıp öykü boyunca izlediğimiz karakteri vuruyor, vuruyor gibi gözüküyor ama başka bir okumayla kalbin bir kurşunu barındırdığını söyleyebiliriz, sonuçta kurşun kalbe girdiği gibi kalpten çıkabilir de, böylece esas karakterin kadınlarla ve kadınların erkekleriyle kurduğu ilişkide bir avcı olduğunu da düşünebiliriz.

Başka bir öykü, Safranboncuk pastanesinin Leyla'sı. Leyla'nım pastanedeki herkesle konuşuyor ve bir aşk romanı yazıyor, anlatıcıyla kurduğu ilişki son derece dostça ve besleyici ama içlerinde sıcaklık barındırmayan insanlar Leyla'nım'dan rahatsız oluyorlar, en sonunda kadın pastaneye alınmıyor bir daha. Uzun bir yolculuktan yeni dönen anlatıcımızı meseleyi öğrenince basıp gidiyor pastaneden, Leyla'nım'ı aramaya başlıyor. Kısa ve etkileyici bir öykü. Karanlıkta sesler, Sinemada yangın ve Kar kuyusu da çok iyi öyküler yine, ben buradan ikinci bölüme geçiyorum, "Kaybolmuş Bahçeler" adlı bölüme. Devlet destekli bir proje olmadan öncesinin kentsel dönüşümüne odaklanıyor Sancak, aslında bu olayın kendisine değil, insanın yitirdiği geçmişine, çocukluğuna odaklanıyor diyebiliriz. Birkaç bahçeyi anlatıyor, bahçelerde yaşananlar farklı zamanların hikâyeleri oldukları için öykülerin dilinde gözle görülür bir değişiklik yaşanıyor, ses tamamen değişmese de bilincin farklı zamanlarda edindiği sesleri yansıtabiliyor en azından. Güzelyalı'da, Bebek'te, Erenköy'de bahçeler, Dilber'in bahçesi, geçmişte yaşayan özgür bir uzam. İnsanın zamanla kurduğu ilişki var bu öykülerde, değişim var, özlem var, nihayetinde zamanın geçtiğini kabullenme var. Güzel bir fikir güzel bir şekilde öyküleştirilmiş, hoş.

"O Sokağı Ne Zaman Ansam" adlı bölümde mekanlar da karakterler kadar karakter oluyor, anlatacak hikâyelerinin olduğunu görüyoruz. Mekanı terk eden insanların arkalarında bıraktıkları boşluklar, sevdiklerinin gidişiyle ortaya çıkan yoksunluğun sızısını duymamaya çalışan karakterler, yaşamla dolu olanları falan, hayatın ne kadar canlı olduğunu ortaya koyuyor, acılarla birlikte. İlk öyküde bir sokağın sabahtan geceye kadarki devinimi anlatılıyor. Çocukların oyunları, işten dönen yorgun insanlar, içten içe közlenen tutkular, umutlar, üzüntüler, üstüne iyi bir anlatım tekniği, süper. Düzyazı şiire benzer bir formu da deniyor Sancak, bir öyküyü bu biçimde işlemiş.

Kısacası Jale Sancak'ı okumalıyız. Değerli bir yazar, iyi öykücü. İyi şair de diyesim var.

Bu arada Opeth beyler de yine İtalyan usulü progresif rock ve Nordik usulünden okuyan Akerfeldt'in ilginç bir karışımını doğurmuşlar, İsveççe şarkı yapmış adamlar. Hadi bakalım Mikael Akerfeldt.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder