İnkılâp'ın zamanında düzenlediği yarışmalardan Ersan Üldes'in ve Didem Madak'ın çıktığını biliyorum, Kevork Kirkoryan'ı yeni öğrendim. İki metin daha yazmış sonra, 2004'ten itibaren sessizliğe bürünmüş. İnternette araştırdım biraz, hakkında pek bir bilgi yok. Yazmaya devam etseymiş keşke, öyle öyküleri var ki daha fazlasını okumak istiyor insan. Bu noktada bırakmış işte, üzücü. Kendisi 1967 doğumlu, Galatasaray Lisesi'nden sonra Boğaziçi Üniversitesi'nde MBA yapmış, uzun yıllar turist rehberliği de yapmış. Bu kadar. Metne gelirsek klişe bir postmodern final dışında aksayan yanı yok, çok sayıda öyküden, anlatım tekniğinden ve oyundan bir araya gelmiş olmasına, dağınık gibi gözükmesine rağmen son derece derli toplu. Kirkoryan ne yaptığını bilen bir yazar, öykülerini ve sözcüklerini saçmıyor, yetkinliğini konuşturarak dört başı mamur bir metin sunuyor okura. Çarpıcı bir başlangıç: Anlatıcı iş yerinde mesleği gereği -bu mesleğin ne olduğunu bilmiyoruz, gereklilik hakkında da bir fikrimiz olmuyor dolayısıyla- internette tarihle ilgili araştırma yaparken "Höyük" adlı bir dosya görüyor, farenin imleci kendiliğinden dosyaya gidiyor ve dosyayı açarak anlatıcıyı ekran başına kilitliyor. Simsiyah bir ekran, "HÖYÜK" yazan bir kapak, metnin okunmaması halinde bilgisayarı perte çıkaracak bir virüsün bilgisi, her şey ansızın gerçekleşiyor ve adam metni okumaya başlıyor. Uzunlu kısalı bir dünya öykü, oyunlu veya oyunsuz. Bağlantıları yok. Belki çatıldıkları zaman ve mekan işlevsiz olabiliyor ama anlatı sağlam, öykünün öykülüğünden şüphe etmiyoruz. İlk öykü Takvimli Öykü. 1582'de Paris'te bir adam, evinde, kabustan uyanmış, 9-20 Aralık arasında öleceğini görmüş. Evden dışarı çıkmamaya, misafir kabul etmemeye karar veriyor. Yaşamına günbegün şahit oluyoruz, on günlük süreç anlatılıyor. Toplumsal olaylara da yer veriliyor arada, veba ülkeyi kasıp kavuruyor ve din savaşları III. Henry'yi tahttan şutlayacak gibi gözüküyor falan, bu tür şeyler. Sondan bir önceki gün vücudunun kontrolünü yavaş yavaş kaybediyor ve ölüyor, şaşırdığını tahmin ediyorum. On gün sonra kapısı kırılıyor, askerler kaskatı bedeni bir çuvala tıkıştırıp götürüyorlar. Şöyle bir olay var, Gregoryen takvimi uygulanmaya başlayınca 325'teki İznik Konsili'nde kabul edilen takvimle arasında on günlük bir fark doğuyor ve 9-20 Aralık tarihleri Fransa'da hiç yaşanmamış gibi değerlendiriliyor, o on gün kayıp yani. Adamımız tam gününde bulunuyor gibi bir şey. İlginç bir tarihi detaydan ilginç bir öykü çıkarmış ortaya Kirkoryan, süper.
Kelimeli Öykü'de bütün kelimelerin toplanıp insanlara daha fazla hizmet etmeme kararı almaları anlatılıyor, böylece ağızlar açılınca havadan başka bir şey çıkmıyor dışarı, üstelik öykünün bir sonu yok, yarım kalıyor öykü. Bu da güzel fikir. Hemen her öykü iyi fikirler içeriyor ama ya sonları ya da görece yavan bir anlatımın kullanılması öyküleri yavanlaştırıyor. Mitolojik Öykü böyle. İstanbul ve Antik Yunan'daki karşılığı arasında kurulan bağlantı, eh, biraz zorlama. Panteonla bürokrat hiyerarşisi arasında bir koşutluk kurulsaymış daha sağlam bir yapı çıkabilirmiş ortaya. Hayali Öykü'de turist rehberi bir zatın arkeoloji müzesinde tarihi eserlere dokunarak zamanda yolculuk yapması ve binlerce yıl öncesine gitmesi anlatılıyor, tarihi detaylar hoş. Balinalı Öykü'de bir balina sürüsündeki ailenin yaşamına şahit oluyoruz, genç balina bir başka balinayı seviyor ve sürüden ayrılıp balinalar arasındaki bir kuralı çiğniyor, sonuçta bütün sürü kıyıya vurarak intihar ediyor. Puzzle Öykü'de uzuvlarının kontrolünü yavaş yavaş kaybedip, en sonunda da kendi kaybolup başka bir düzlemde başkalarınca oluşturulan bir adamı dinliyoruz, anlatıcı olarak işini iyi yapıyor ve kendini iyi gözlemliyor, kendisini bir araya getiren iki kişinin kimliği hakkında bir bilgimiz olmuyor. Aklı Başında Öykü var mesela, bence en öykü budur. Aslında basit, bir yere gitmek isteyen insanlar var. Biri Ay'a gitmek istiyor, istediğince gökyüzüne bakıyor. Diğeri durmadan, "Gider mi?" diye soruyor, cevap verildiğinde yine aynı şeyi soruyor. Yol büyülü bir şey, söze bir şekilde geldikçe büyü çoğalıyor sanki. Anzak Öykü tarihi öykülerden biri, nesilleri ve farklı coğrafyaları bir araya getiren bir kurgusu var, pek hoş.
Öykülerin konuları ilgi çekici, birkaç oyundan bahsedeyim ben. Umudun Öyküsü paragraflarının arasına birkaç öykü almış mesela, öyküler bittikçe devam ediyor ve nihayetinde o da diğer öyküler gibi sonlanıyor ama ayrılıkları -araya giren öyküleri düşünebiliriz bu konuda- anlatma biçimi olarak dikkate değer bir nitelik taşıyor. Başka bir şey, iki öykünün okurun sayfayı katlamasıyla birbirini çoğaltması. Öykülerden birinin adı Kesi-len Öykü, diğer Kesi-şen Öykü. Önce katlamadan okuyorsunuz, sonra katlayarak okuyorsunuz ve iki öykünün nasıl değişebileceğini görünce şaşırıyorsunuz. Güzel takla. Türkçe Olmayan Öykü'ye baktığımızda bağlaçlar vs. haricinde hiçbir Türkçe kökenli sözcüğün kullanılmadığını görüyoruz. Tabii sözcüklerin kökeninin farklı olmasının Türkçeye dahil olmadıkları anlamına gelmeyeceğini düşününce, eh, yine de düşünce olarak güzel.
Kısacık öyküler, upuzun öyküler, öykülerin içinde öyküler, başladığı gibi biten öyküler, Matruşka'nın dibini göremiyorsunuz bir türlü. Son bir takla da finale saklanmış, en baştaki adamımız okumayı bitirince virüsten falan kurtuluyor tabii, üstelik son öyküde metnin kaynağını da öğreniyor. Anlatıcının amcası yazmış meğer bütün öyküleri, yeğen de dosyaya ad koyup yarışmaya yollamış. İnkılâp'ın yarışmasına. Üstelik metni okuyan abimize bir zarf geliyor postayla, zarfın üzerinde öykü yazarı olan amcanın adı var. Kurmaca katmanları, gerçeklik-kurmaca düalizmi derken tipik bir sona varıyoruz böylece.
Sıkı okurların çok hoşuna gider, yazan tayfanın da hoşuna gider, mutlaka okunması gereken bir katakullicilik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder