İş ilk öykü. Diyaloglarla ilerliyor. Ortada bir iş var, sözlerden ibaret bir adam işe girmeye çalışıyor ve diğeri de işi anlatıyor. Unutmak ve kanıksamak hakkında birçok şey söyleniyor, yüzlerin anlamdan temizlenmesi için üst üste gelmeleri ve çizgilerinin silinmeleri gerekiyor. Kevorkyan'ın bir mikro öyküsünde benzer bir mesele vardı, etkileyiciydi. Cüzdanda fotoğrafları üst üste gelen insanların birbirlerinden ayırt edilemeyecek noktaya gelmelerine dair. Neyse, yüzlerin kimliksizleşmesi meselesi bir süre devam ediyor ve işi anlatan ses tek bir sözle işin ne olduğunu çaktırıyor: Öne kim gelirse temizlenecek, cinayete kurban gidenden intihar edene kadar herkes. İş isteyen ertesi gün erkenden geleceğini söylüyor ama diğeri iş isteyenin bilinçli olarak bir daha oraya gelmeyeceğini, bir başka zaman kaçarsız geleceğini söylüyor. Son. Konuşmalarla kurulan bir çatı, belli bir noktaya kadar süren gizem, çözülüş, iyi dilek ve temenniler, kapanış.
Ölecek Bir Konsomatrisin Evrak-ı Metrukesi: Fetret adlı öykü ad itibariyle Cumhuriyet'in ilk yılları kokuyor buram buram, günümüzdeki versiyonda Adana'daki bir pavyonun ahvalini görüyoruz. Şen Pavyon namlı bir yer, girişindeki uzun koridorun duvarlarından birinde çuval bezi asılı, diğerinde Adana'nın ışıltılı bir yağlıboya sureti var. Hikâyesini anlatıyor orada çalışanlardan biri, mekanın sahibi zamanında iki ressam tutmuş, koridor uzun olduğu için ziyaretçiler sıkılmasın diye resim yaptırmış. Biri yapmamış gerçi, içbükey, dışbükey, çeşitli bükeylerde bir ayna asmış ve karşısındaki resmi eciş bücüş bir hale sokmuş. "Pir malı" çalmış böylece, tabii resme kendi yorumunu getirdiği de söylenebilir. Her neyse, bu çok güzel: "Bu öyküden geçilince girilirdi pavyona." (s. 14) Mekana girmek için öykü geçmek/dinlemek. Girdik, konsomatrislerle tanıştık. Biri Lacan biliyor falan, hatta tashihe de girmiş ki öyküde iki sözcüğün üstü çarpılı. Biri argo, diğeri hatalı yazılmış. Bizi ilgilendiren Şengül. İstanbul'daki bir pavyon sahibi Şen Pavyon'un sahibinden bir konsomatris istiyor, içlerinden biri gidecek. Şengül günlüğüne "Buradayım" yazıyor, her gün. Bazı günler bazı harfler büyüyüp küçülüyor, aslında her gün birbirinin aynı ama adamların organları yüzünden mi o farklılıklar, belki. Patronla Şengül konuşuyorlar, yazdığı gibi konuşuyor Şengül, yazıyı yaşama döküyor: Büyük harfleri kullanarak. En sonda bir takla daha var, Şengül İstanbul'a gitmeye hak kazandıktan sonra son kez pavyona geliyor ve aynayı örten bezi indiriveriyor, indirdikten hemen sonra fiiller, fiillerden sonra bazı sözcükler ikileniyor. Aynaya bağladım bunu, gerçekliğin iki görüntüsü şeyleri/nesneleri/sözcükleri de tekrarlatıyor. Bu aşırı yorumu ele alarak bu olayın süper bir teknik olduğunu düşünüyorum.
Iskatçı bir yasla mücadele öyküsü. Taklası çok olan metinlerin konularına bakıyorum, yasa dair bir şey yoksa kuru oyun sınıfına sokarak, "İyiymiş," deyip geçiyorum ister istemez. İki metin var şimdi aklıma gelen, ikisi de üslubun/oyunun hakkını veren yasları anlatıyor. Orçun Türkay'ın Tunç Bey'i ve Birgül Oğuz'un Hah'ı. Yitimin paramparça ettiği, cümlelerini tekrarlattığı, özellikle Oğuz'un metninde sözcüklerinin anlamlarını genişlettiği anlatılara sahip iki metin, kaybedilen babaya odaklanıyor. Buradaysa yiten bir aşkın öyküyle oynaması, anlatıcıya hayali karakterler yarattırması olayı var. Dirahşan Hanım, Mücap, Nisan ve anlatıcı arasında görev dağılımı yapılıyor. Nisan ve anlatıcı arasındaki aşk bitiyor, diğerleri yası kısaltmaya çalışıyor.
Bir Güz Kırıklığı Benimki en beğendiğim iki öyküden biri, bir iki aksaklığıyla birlikte. Nevvare kendini boşluğa bırakıyor, sonra şöyle bir bölüm geliyor: "Yemen savaşında gökten atılı atılıveren sırtlarına paraşüt bağlı yardım torbaları gibiydi. Zorlanarak yapılan başarısız eğretilemeler gibiydi." (s. 27) Gerçi şöyle, birçok öyküde anlatının farkında olan bir anlatıcı var zaten, bazen yer aldığı öykünün yazılmaması gerektiğini söylüyor, bazen de Ahmet Mithat Efendi'nin adının geçmesiyle, "Ey kâri'!" diye ünleyeceği geliyor, üslup taklidi. Dolayısıyla kendinin farkında olan -bunu karşılayan bir terim vardı, neydi o?- metinler bunlar, aksaklığı geri alıyorum. İşte, Nevvare düşüyor, kendisini biçimleyen bir yemek, bir metin, bir radyo istasyonu sayılıyor, yedinci kata kadar geliyor kadın. Katlarda yaşayanların hayatlarına göz atıyoruz arada, metin yoldan çıkacak gibi gözükürken düşüşe geri dönüyoruz, toparlanıyoruz. Düşüş şiir formuna bürünüyor bazı bazı, dikey bir düşüş söz konusu, yatay düşüş olsaydı satırın sonuna kadar uzanan cümleler düşüşü imleyebilirdi. Gerçi yere varmıyor Nevvare, yazar bir tümcede de olsa kimseyi öldüremeyeceğini söylüyor.
Kıyısındakiler'i de anlatıp bitiriyorum, diğer öyküler okurun ellerinden öper. Mektuplar üzerinden ilişkilerini inşa eden bir evlatlıkla ciciannenin kendilerini de inşa ettiklerini görüyoruz, travmalarını atlatamıyorlar ve birbirlerine farklı isimlerle hitap etmeye başlıyorlar. Evlatlık tiyatro öğrencisi olduğu için farklı kişiliklere bürünmesi daha kolay oluyor ama bu kabuk değiştirme olayı ansızın başladığı için nasıl bir katakulliyle karşı karşıya olduğumuzu anlayamayıp farklı kişiliklerin nereye bağlanacağını merak ediyoruz. Yula güzel bağlıyor açıkçası, iki kadının suskunluklarını aşamadıkları için farklı kimliklere büründüklerini söyletiyor evlatlığa, sonrasında farklı isimleri tek bir bedene toplayıp karanlığa karıştırıyor. Bir yere varamadıklarını düşündükleri için mektuplar kesiliyor. Acıyı inceltemiyorlar. Son.
Kısacık öyküler ama aslında kısa değiller, tekrar tekrar okunabilirler. Şiir gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder