25 Ağustos 2019 Pazar

Türker Ayyıldız - Vapurlara Küsmek

Orhan Kemal Öykü Ödülü'nün 2011'deki sahibi olan öykülerin Orhan Kemal'le bağını hemen kurarsınız. Memurun, işçinin ve işsizin halini anlatan Ayyıldız'ın şairliği kesin vardır diye düşünmüştüm ki varmış, ilk olarak şiirlerini bastırmış, sonra öykülere gelmiş sıra. Öyküler şiirden nasibini almış, arada sırada parıltılı bir imgeciğe rastlarsınız, şaşırmazsınız. Nadiren şaşırırsınız, oraya ait olmadığını hissettiğiniz bir parıltıya rastlarsınız ama anlatı çok sıkı örülmüştür, üzerinde düşünülmüş bir olay örgüsü olduğunu sezersiniz, sanki metin/yazar nereye gideceğini bilir gibidir, bunun yanında, işte, araya yazma anının bir anlık coşkusu karışır ve metne ait değilmiş gibi gözüken bir çakım, bir benzetme görünür. Ayyıldız özellikle realist bir atmosfer yarattığı için çok çok az rastlanıyor böyle bir şeye öykülerinde, hemen hiç. Hatta şu an şöyle bir göz gezdirdim, genelde böyle şeyleri not alırım, bir tanesine rastlamayı umuyordum ama hiç denk gelmedim. Bu yorum kendi kendini imha ediyor böylece, bir başkasına geçiyorum. On üç öykü var kitapta, bazı karakterler bazı öyküler tarafından paylaşılmış, bir karaktere birden fazla öyküde rastlayabilirsiniz. Rastlayacağınız öyküler arka arkaya dizilmemiş, bu yüzden kitabı olabildiğince kısa zamanda okuyun ki bir öyküde bir bölümü inşa edilen karakterin başka bir öyküdeki varlığının temelini hatırlayın. Kitaba adını veren öykü için aynı şey geçerli değil, bu öykü diğer on iki öyküde oldukça ayrık. Anlatıcımızın başından geçen olayları gördükçe yer yer Beyaz Mantolu Adam'ın ortaya çıktığını düşündüm, tek başına oynarken kendisine eşlik eden kokoreççi ve bir iki kişi daha vardı, sanki dünya kendisine uyum sağlamaya çalışır gibiydi. Anlatıcının adı Payidar, daha sonra bir iki öyküde daha karşımıza çıkacak ama burada ne yaptığına bakalım. Eski Galata Köprüsü'nün altındaki restoranların birinde açılıyor perde, masa dolu, içiliyor. Birer birer eksiliyorlar, Ebru da gidiyor. Cepte para yok, garson Payidar'ı kolluyor. Bir telefon, Ebru'yu merak ettiği için. İsterse gelebileceğini söylüyor Ebru, Payidar gitmeye niyetleniyor ve garsonu katakulliye getirip kaçıyor mekandan. Sonrasında bir sarhoşun büyüsü var bir süreliğine: Kokoreççi, turşucu, tatlıcı ve Payidar, üçayak oynuyorlar. Son vapura on dakika kala iskeleye geliyor Payidar, bir türlü karşıya geçemiyor ve Ebru'yu görmek için geç kalıyor, çok geç. Hüzünlü bir hikâye, yeri belirli olan tek hikâye, taşranın havasını taşımaması açısından da diğerlerinden ayrılıyor. Payidar'ın yer aldığı diğer bir öykünün mekanı kent olsa da alt-orta sınıfın taşrayı andıran yerleşimlerinden ötürü bu ilk öyküyü ayrı bir yere koyabiliriz.

Köstebek Sancısı'yla birlikte kırsala uzanıyoruz. Dükkanında oturan bir anlatıcı, sıkılıyor. Çocuğu geliyor, dondurmacının yaklaştığını haber veriyor. Birlikte çıkıyorlar, anlatıcının parası çıkışmadığı için utana sıkıla alıyor dondurmayı ve Tüfekçi Emmi nam dondurmacı tarafından kolundan tutularak dükkanına götürülüyor. İşkilleniyoruz, bir haller var. Büyük oğlan geliyor, babasına laf sokup gidiyor, adamın anarşi yüzünden okuyamadığını öğreniyoruz. Eşi geliyor, yemeği bırakıp gidiyor. Umursamıyorlar adamı, nedenini merak ederken anlatıcı kendisi dile getiriyor artık, gözleri görmüyor. Karanlığın içinde sürdürdüğü yaşamını kokularla ve seslerle biçimlendirmeye çalışıyor. Çizgileri belirli nesnelerin dünyasında bu kolay ama ertesi gün bir zıpçıktı tarafından su kenarında bırakılınca, üstelik suya girip yüzmeye başlayınca pusulası şaşıyor adamın. Toprağı kazan köstebekle bir tutuyor kendini, acı veren dünyadan uzaklaşmak için yüzüyor, durmadan yüzüyor, kayboluyor, boğulmaktan korkuyor ve sazlıklara tutunuyor, bağırıp çağırması para etmiyor. Parmağındaki yüzüğü çıkarıp suya bırakınca iyice kurtuluyor dünyadan, kendisini bağlayan hiçbir şey yok artık.

Minyatür Kale için iki ayrı anlatıdan bahsedebiliriz, biri evlatlık edinmek isteyen ailenin yaşadıkları. İki bölüm ayrılmış bu aileye, biri öykünün başlangıcını oluşturuyor. Devlet karşısında bireyin küçülmesini, ailenin ortadan kalkmasını daha iyi anlatan bir cümle bilmiyorum, hatırlamıyorum: "Birbirlerini hiç tanımayan insanlar kadar mesafeliydiler devlet kapısında." (s. 31) Sonuçta kadın okuma yazma bilmediği için evlat edinemiyorlar, memurun anlamadığı bir dilde konuşup uzaklaşıyorlar. Mesut bu yüzden bir süre daha yetimhanede kalıyor, ikinci anlatıda odak Mesut. İçeride nispeten acımasız bir ortam var, şiddete dair hemen hiçbir şey görmesek de çocukların psikolojilerinin bozulmaya yatkın olduğunu anlıyoruz. Bir iki olay var, bayramlarda çocuklara alınan oyuncak vakası mesela. Mesut kamyon istiyor, ölen babası çöpçü olduğu için. Bir de yurdun karşısındaki mezarlıktan gelen yumurta kokulu öcü var, neyse ki kadın okumayı öğrendiği için Mesut'la kardeşini evlatlık alabiliyorlar ki böylece hayalet mevzusu sonlanıyor.

Iskarpela, şiirlerini daktiloya çekmeye çalışan, bir yandan yayımlatmaya çalışan bir adamın hikâyesini içeriyor. Feride diye bir kargası var, pencereye geliyor, bu kargayla sonraki öykülerde karakterimizin paylaşıldığını belirten bir ayrıntı olarak belirecek. Neyse, adam şiirlerini gönderiyor ama basıldığını göremiyor, taşrada bir başına bir şeyleri oldurmaya çalışıyor. "Pek çok şey kayboldu bozkırda, pek çok şey bir daha bulunamadı." (s. 39) Ardından bir kırılma anı: Şiirlerini daktiloya çekecek arzuhalcinin bulmaca çözerken bilemediği bir soruyu cevaplıyor, arzuhalci de gidip uzun zamandır kullanmadığı diğer daktilosunu getiriyor ve şaire hediye ediyor. "Neredeyse koşarak gidiyor eve. Yatsı ezanı erken okunuyor kışın. Sımsıkı sarılmış, kucağındaki meşin çantaya. Toz kokusu genzini yakıyor. Birkaç satır bir şey yazacak, bozkırın yürekli abileri için." (s. 42)

Diğer öyküler okurun ellerinden öper. Her öykü belirli bir noktada başlayıp biten olayların iyi bir şekilde hikâyeleştirilmesiyle oluşturulmuş gibi bir izlenim yaratıyor, zaten son öykünün finali şu: "Gazetelerin üçüncü sayfalarından düşen adamlar gibiydik. 'Artık çıkalım,' demişti tüm öykülerden, hep beraber çıktık." (s. 125) Üçüncü sayfalara geri dönmüyorlar, öykülerden de çıkamıyorlar, anlatılmışlar bir kere. Okura da iyi kurgulanmış, meselesi olan bu güzel öyküleri okumak düşüyor. Kendi adıma utandığımı söyleyeyim, bir şeyler karalayan biri olarak bana sadeliğin ve hikâye anlatımının açtığı bambaşka yollar olduğunu hatırlattı Ayyıldız'ın öyküleri. Bazılarının sonları tatmin etmeyebilir ilk başta, anlatılanların daha iyi/vurucu bir sonu hak ettikleri düşünülebilir ama buna ihtiyaç var mı, sonradan düşününce pek de yok gibi geldi bana. Bir tek şey var, ilk öyküde karşımıza çıkan Payidar'ın karşımıza çıktığı başka bir öyküde Payidar eve geliyor, ışıkların yanmadığını görüyor. Koşar adım çıkıyor merdivenlerden, kapıyı açıyor, kafayı uzatıp bakıyor, eşiyle oğluna sesleniyor ama cevap yok. Sessizlikle bitiyor öykü, güzel ama evin bütün ışıkları yanıyor bu kez. Ya ben bir şey kaçırdım ya da bir hata var burada, bilemiyorum, neyse, ben keyifle okudum, Ayyıldız'ın metinlerini okumaya da devam edeceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder